Ahmet Turan Arslan*
NE ZAMAN VE NASIL TANIDIM?
Bu suâli cevaplandırmak için İmam Gazâlî’nin İhyâu ulûmi’d-din adlı eserinin baş tarafına kaydetmiş olduğum notuma tekrar bakmam gerekti. Merhum hocamızın İhyâ kitabını okutmaya ne zaman başladığını kesin tarifiyle bilemeyeceğim ama ben kendi nüshama şunu yazmışım: “… 13 Safer 1394 h./7 Mart 1974 m.”. Demekki, buna yakın bir tarihte de hocamızın huzurunda bu kitabı okumaya başlamışım. O’nun çok muhterem ve kıymetli bir zât olduğunu, derslerine katılmamızın faydalı olacağını ise, kendisinin İstanbul’daki yakın (belki de en yakın) dostu olan muhterem Emin Saraç hocamdan (“Ali Yakub Ağabey”inin ifâdesiyle “Hâfız Emin”den) öğrenmiş olduğumu ise iyi hatırlıyorum. Ondan sonraki günlerde de, ilk olarak, Fatih’te bulunan Emir Buhârî Camii’nde son cemaat mahallinde Cumartesi günleri öğlen namazından sonra okuttuğu İhyâu ulûmi’d-din derslerine katıldım. Hocamız o zamanlar son cemaat mahallinde arka duvarın dibinde camiin iç kapısının karşısına gelen kısma kurulmuş olan odun/kömür sobasının yanına kıbleye müteveccihen oturur; dinleyenler de çevresinde halka olurlardı. O derslere uzun zaman devam edenlerden Ahmed Yüksek’in (İstanbul İmam Hatip Lisesi’nde öğretmen) söylediğine göre, İhyâ’yı bir ihtifal yaparak bitirmek niyetinde olan hocamız felç olunca kitap bitirilemedi; sona ermesine sekiz sayfa gibi az bir mikdar kalmıştı, ve ölümden bahseden kısımdı…
Ali Yakub hocamız çok az kimsede bulunabilecek özelliklere sahipti. Aslen Kosova’nın Gilan Kasabası’ndandı. Memleketinde bir süre öğrenim gördükten sonra tahsilini ilerletmek üzere Mısır’a gitmiş; Ezher’de öğrenimini tamamlamıştı. Dolayısıyla, Balkanlarda konuşulan dilleri bildiği gibi İngilizce ve Fransızca’yı da bu dillerde yazılan romanları ve gazeteleri anlayacak kadar ileri bir seviyede bildiğini söylerdi.
Farsça ve Osmanlıca metinlere de son derece vukufu vardı. Hocamızın bu özelliğinden en fazla istifade edenlerden biri de Prof. Dr. Yekta Saraç’tır.
Arap edebiyat ve kültürünün bir harman yeri diyebileceğimiz Mısır’da ise tahsil çağının en önemli bir devresini geçirdiği gibi kütüphanede de uzman olarak görev yapmıştı. Binâenaleyh Kahire’nin ileri gelen âlim ve edibleriyle görüşme ve tanışma imkânı bulan hocamız Doğu ve Batı kültürlerini şahsında toplamıştı. Hocamız Mısır’da evlenmemiş kendisini ilme vermişti. Bütün bunlara ilâveten bir şansı daha yâver gitmiş, Mısır’a hicret etmek zorunda kalmış olan Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ile O’nun Dersvekîli Muhammed Zâhid Kevserî ile yakınlık kurma imkânını bulmuştu. Özellikle Mustafa Sabri Efendi’nin âile ferdlerinden biri gibi olduğunu söylerdi. Nitekim Mustafa Sabri Efendi ile alâkasının nasıl olduğu ile ilgili bir soruya şöyle cevap vermiştir:
“Benim O’nunla ilgim şöyleydi: Mısır’da O’nunla on sekiz seneden fazla bir zaman beraber oldum; sohbetlerine devam ettim. O kadar ki, sohbetlerine katıldığımda zaman zaman yanında uzun müddet durduğum olurdu. Hatta bazen öğlenden gece saat ona, onbire kadar kaldığım olurdu. Mısır’da âlimlerden birini ziyârete gittiği zaman beni yanında götürürdü. Bir babanın çocuğunu sevdiği gibi severdi. Öyle ki bana her sırrını söylerdi. Ben de O’nu çok severim; hâlâ O’nun rûhuna okur; dâima kendisini hayırla anarım. Sohbetleri gerçekten çok tatlı idi; insanı sıkmazdı. Gerçekten O’nun ilminden çok istifâde ettim. Ve ben -evel Allah- O’nun sâyesinde İslâm’ın gerçek bağlıları ile düşmanlarını birbirinden ayırırım. Zîrâ O, konuşmalarında en gizli meselelere temas ederdi.” (Bkz. Dr. Müferrıh b. Süleyman el-Kavsî, eş-Şeyh Mustafa Sabri ve mevkıfuhû mine’l-fikri’l-vâfid, er-Riyad, 1418 h./1997 m., s. 636).
Mustafa Sabri Efendi’den naklettiği bir hatırasını ise hocamızın teşvikleri sonunda vücud bulmuş bir kitapta üç sene kadar önce şöyle nakletmiştim:
“Önsöz veya Bu Kitabın Hikâyesi
İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’ndeki asistanlığımız döneminde (1977-1981) bazı arkadaşlarla birlikte merhum Ali Yakub Cenkçiler’den (1913-1988) Mâverdî’nin Edebu’d-dünyâ ve’d-dîn’i ile Ali el-Cârim ve Mustafa Emîn’in yazdıkları el-Belâğatü’l-vâdıha’yı okuyorduk.
Tanıyanların hatırlayacağı üzere, hocamızın tatlı uslûbu ve hâtıralarıyla süslediği dersleri neşeli geçerdi. Münasebet düştükçe de hocamız, Hacı Zihni Efendi’ye olan hayranlığını dile getirir ve kendine has tatlı şive ve uslûbuyla “Yâhu azîzim, şu Hacı Zihni Efendi ne müdhiş adam! Arapçayı nerde okumuş bu zat?! Arap Edebiyatı’na böylesine vâkıf bir kimseyi Arap diyârında bile görmedim!… Bulun bana şu Zihni Efendi’nin terceme-i hâlini; o el-Kavlü’l-ceyyid yazılır şey değil, azîzim!” derdi.
Yine bir akşam, Ali Yakub Cenkçiler ve Emin Saraç hocalarımla İstanbul Müftüsü merhum Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı’nın (1904-1978) vefatının sene-i devriyesinde (tahminen 1979 yılı) hatim duâsı yapmak üzere, dâmadının Yeşilköy civârındaki evine gitmiştik. Orada Ali Yakub hocamız Zihni Efendi ile ilgili olarak, Mısır’da iken Şeyhulislâm Mustafa Sabri Efendi’den dinlediği şu hatırayı nakletmişti:
“Gazetelerden birinde bir makale çıkmış. Orada zamanın ileri gelen âlimlerinin isimleri sayılmış, medhedilmiş ama, Mustafa Sabri Efendi’nin ismi zikredilmemiş.. O yazıyı Zihni Efendi görmüş. Bir mecliste dostlarıyla sohbet ediyorken söz o yazıdan açılmış. Zihni Efendi:
“-Mustafa Sabri Efendi de burda zikredilmeliydi; güzel yazılar yazıyor” demiş. O günlerde de Mustafa Sabri Efendi, Zihni Efendi’nin el-Kavlü’l-ceyyid’ine Beyânu’l-hak’ta bir tenkid yazmış. Mecliste bulunanlardan ve Zihni Efendi’nin muhiblerinden İpekli Hâfız İbrahim Efendi:
“Efendim, siz onu övüyorsunuz ama o sizin kitabınızı da tenkid ediyor!…” demiş. Bunun üzerine Zihni Efendi, vallahi azizim, demiş: “Beni de tenkid etse, onun ismi yazılmalıydı, o genç iyi yazıyor!…”
Doğrusu, Hacı Zihni Efendi gibi olgun bir ilim adamından, tenkid etmenin ve tenkid edilmenin ne demek olduğunu idrak edebilen bir kimseden de ancak böyle bir cevap beklenirdi.
Hocamızın anlattıklarını eve dönünce defterime kaydetmiştim. Ve o zamanlar Ali Yakub hocamızın bu isteği üzerine ulaşabildiğimiz bazı eserlere bakmış ve Zihni Efendi’nin yalnızca İstanbul’da öğrenim gördüğünü tesbit etmiş ve bulduklarımı –rahmetlik!- hocama söylemiştim. Ondan sonra da Zihni Efendi ile ilgili bilgileri toplamaya devam ettim. Son zamanlarda, onları bir makale haline getireyim derken bu kitapçık neydana gelmiş oldu” (Bkz. Ahmet Turan Arslan, Son Devir Osmanlı Âlimlerinden Mehmed Zihni Efendi, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1999, s. 7-8).
DOSTLARI/AHBABLARI
Ali Yakub hocamız İslâm’a samimiyetle bağlı ve dîne hizmet eden herkesi severdi. Dolayısıyla zamanımızda ilim ve din uğrunda çalışmalarıyla temâyüz eden herkesin onun gönlünde yeri vardı. Zamanın meşâyıhından Mehmet Zâhid (Kotku), Mahmud Sâmi (Ramazanoğlu) ve Mahmud (Ustaosmanoğlu) Efendileri her fırsatta hürmetle anardı; yine Hakyol Vakfı’nın tertip ettiği bir toplantıya felçli hasta olduğu halde gelmiş, ve merhum Profesör Dr. Esad Coşan hocaefendinin çalışmalarından övgüyle bahsetmişti. O’nun konuşmalarında, sevgi ve hürmetle andığını hatırladıklarımdan bazıları şu isimlerdi: Merhum Ömer Nasûhî Bilmen, Bekir Hâki Yener, Ahmed Mekkî Üçışık. Yine Prof. Dr. Hayreddin Karaman ve Prof. Dr. Bekir Topaloğlu hocalar da onun takdir ettiği kimselerdendi. Münâsebet düştükçe, Dr. Tayyar Altıkulaç’ı da idârecilikte gösterdiği dirâyetinden dolayı takdirle anardı.
Hocamızın İstanbul’daki can dostlarından biri de Bâyezid Camii’nde uzun yıllar imam-hatiplik yapmış olan ve vefat edince de adıgeçen camiin hazîresine defnedilen Abdurrahman Gürses hocaefendi (v. 10 Ağustos 1999) idi. Abdurrahman Efendi’yi Ali Yakub hocamızla birlikte zikredince, onda gördüğüm nezâketi, ilme saygıyı, İstanbul efendiliğini ve Osmanlı terbiyesini hatırlamadan edemiyorum. Şöyle ki; vefatından birkaç ay önce Ali Yakub hocamızı Atikali Kimyâger sokağı’nda Kimyâger Apartmanı’ndaki evinde ziyarete gitmiştim. Abdurrahman Efendi’yle başbaşa sohbet ediyorlardı. Ali Yakub hocamız, her zamanki şen-şakrak hâliyle bana “Hoş geldin azîzim” dedikten sonra beni Abdurrahman Efendi’ye “İlâhiyat Fakültesi’nin hocalarından…” diye tanıtınca, Kur’an edebiyle pür-edeb olmuş, dedem yaşındaki o zât-ı muhterem, ancak kendisi gibi olabilen kimselerde görülebilecek bir tevâzu içinde ayağa kalkarak selâmımı almıştı… “ilim rütbesi rütbelerin en yücesi” anlayışının sembolik bir ifadesi olan o manzaranın önemini bizim neslimizin idrak etmesi çok zordur; heyhât!..
Zira televizyonlarda, yere sırt üstü yatmış, ayaklarını duvara veya koltuğa dayamış vaziyetteyken içeri giren babalarını “Gel, George!” diye karşılayan bir genci gösteren ve bizim terbiye anlayışımızla taban tabana zıt manzaraları ihtiva eden yabancı kokulu filmleri seyrederek büyüyen nesiller, bizim kimliğimizi nerden anlayacak, kimden öğrenecekler?!…
Eğri ağacın doğru gölgesi nerde görülmüş?!…
Ali Yakub Efendi hocamız hasta olduktan sonraki günlerinde vakit buldukça koluna girerek dışarı çıkarır, gezdirirdik. Hasta da olsa, nükteli konuşmalarını, şakalarını hiç bırakmazdı. Evinin civarında gezinirken yakında bulunan Stad Ezcanesi’ne zaman zaman uğrardı. İçeri girince selamdan sonra Eczacı Mustafa Aydıner’e hitâben “Azîzim Mustafa Bey, biz neye geldik biliyor musun; biz geçen sefer gelişimizde içtiğimiz çaya teşekkür etmeyi unutmuşuz!..” diye bir talîfe yaparak oturur, sonra, gelen çayları yudumlamaya başlardık. Hocanın bu şakası hemen her sefer tekrarlanırdı. Bu şakaların bir hatırası olarak da hâlâ görüşmelerimizde Mustafa Bey: Hocam, daha çaya teşekkür etmeye gelmiyorsunuz; buyurun yine çaya teşekkür edelim” diye o tatlı günleri hatırlar ve hatırlatır.
Sevdiği ve sohbet ettiği kimselerden biri Tevfik Demiroğlu (vefatı 07.07.1984) ve İstanbul Müftüsü Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı (1904-1978) idi. Hocamız, Güzelyazıcı’nın müftülüğe tayinini Arapça bir mektupla tebrik etmiş; o da el yazısıyla yine Arapça bir cevap yazmıştı.
Vefatından birkaç gün önceki son ziyâret ettiğimde ise yanında Prof. Dr. Mustafa Köseoğlu vardı; yanıbaşında duran kitap –zannediyorum- İhyâ şerhi İthâfu’s-sâde idi. Bu, hocamla son görüşmem oldu.
Ahmet Yüksek’in dediğine göre, sonunda bir, ihtifal yaparak bitirmek istediği İhyâ’nın bitmesine sekiz sayfa kalmıştı. İşlenen bahis de ölüm bahsi idi; felç oldu; İhyâ bitirilememiş oldu…
VEFATI
İlim ve din uğrunda gurbetin her türden cefâsını çeken, çilesine katlanan muhterem ve merhum hocamın vefat haberini arkadaşlarla kararlaştırdığımız bir piknik yerine (Sultanbeyli) sabahın ilk saatlerinde ulaştığımızda almıştım. Peyderpey toplanan arkadaşlardan biri o elim haberi getirince artık piknik yeri bütün genişliğine rağmen beni sıkmaya başlamış ve âdetâ bir zindana dönmüştü. Artık duramazdım; cenâze namazı Fatih Camii’nde kılınacaktı; hemen yola koyuldum ve namaza yetiştim. Sonra Edirnekapı Sakızağacı’ndaki ebedî istirahat-gâhına tevdi ettik.
Rahmetullahi aleyhi rahmeten vâsiaten!…
—————————————————————————————————————————————————————-
Dr. Necdet Yılmaz, Ali Yakub Cenkçiler Hatıra Kitabı, İstanbul: Dârülhadis 2005, s. 61-67.
* Prof. Dr., Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi.