Ali Yakub Cenkçiler Hatıra Kitabı

Ali Yakub Hoca ile Arapça Üzerine

Röportaj – Şeref Arslan

Muhterem hocam, Türk kültür hayatında Arapça’nın öne­mi hakkında bilgi verir misiniz?

Öncelikle belirteyim ki, Türkler Müslümanlığı kabul ettikten sonra cahiliyetten medeniyete girmişlerdir. Türkler Müslü­manlığı kabul etmeden önce dinle filan alâkaları yok idi. Yani putperest idiler. Tarih-i medeniyette Türk’ün zuhuru medeniyet âleminde yer etmesi İslâmiyet sayesindendir. İslâmiyet’in de Arapça ile ilgisi Kur’ân-ı Kerim sayesinde cahiliyetten mede­niyete erişmişlerdir. Hiçbir medeniyete benzemeyen ve bütün medeniyetlerden üstün olan İslâm medeniyetini meydana getir­diler. Öyle ki; muazzam bir Hukuk-ı İslâmiye meydana getirdiler. Tabii ki Kur’ân-ı Kerim sayesinde… Edebiyat da Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Şerif’ten doğdu. Bilhassa Arap Ede­biyatı, Abbasîler devrinde altın devrini yaşadı. Araplar bütün medeniyetlerin hülâsasını tercüme ettiler, bu muazzam bir ter­cüme hareketidir.

Tabiî Türkler de bu Araplar sayesinde medeniyete eriştiler ve kendilerine bir mevcudiyet meydana getirdiler. Meselâ eskiden vurup kırdılar. Müslümanlığı kabul ettikten sonra, Türkler medeni oldular ve Müslümanlığa büyük hizmetler yaptılar. Kur’ân-ı Kerim sayesinde… Kur’ân-ı Kerim de Arapça olduğu için Kur’an’ın teşviki ile O’nu anlamak için muazzam müfessirler, müçtehitler yetişti. Tabiî bu, Arapça bilmekle müm­kün olur. Arapça lisanına yalnız Araplar değil, bütün İslâm milletleri hizmet ettiler ve te’lifatını Arapça yazdılar.

Bugün İslâm fıkhının, Hanefî fıkhında en muazzam kitap­larından biri, Hidâye kitabıdır. Bunu yazan bir Türk’tür. Tabiî ilmî eserleri de Türkler eskiden Arapça yazmışlardır. Meselâ Ebussuud Hazretleri’nin tefsiri muazzam bir tefsirdir. En büyük Arap edebiyatçıları kadar Arapça’ya hâkimdir. Arapça’nın ehem­miyeti bunun için çok mühimdir. Çünkü, Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Şerif Arapça’dır. Bütün İslâm dünyası da ilim eserlerini aşağı-yukarı Arapça yazmışlardır. Arapça lisanını bilmek her alim için, bilhassa İslâm fıkıh kitapları, ilmî kelâm Arapça yazıl­mış, çeşitli ilimler Kur’ân-ı Kerim’den zuhur etmiştir. Kur’ân-ı Kerim yanlış okunmasın diye oradan nahiv ilmi bir asır geç­meden mükemmel yazılmaya başlanmıştır. Yunanlılar da asırlar geçmiş henüz gramer yazmağa başlamışlardır. Romalılar da asırlardan sonra gramer yazabilmişlerdir.

Ama Araplar, bir asır geçmezden evvel nahiv ilmini tekamül ettirmiş… Sonra Arapça’ya müteallik İlm-i Belâgat, Meânî, Beyan, Bedî… Ve hepsi Kur’ân-ı Kerim’den ilham alarak… Tarih de öyle. Kur’ân-ı Kerim eski ümmetlerin halinden anlatırken tarihe de yönelmiş, coğrafyaya da yönelmiş, Müslümanlar. Yani Kur’ân-ı Kerim sebebiyle Arapça lisanı da ilerlemeye başlamıştır. Ve en büyük örnek Kur’ân-ı Kerim oluyor. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in belâgatına hiçbir belâgat varamaz.

Kur’ân-ı Kerim’in ifâdesi kadar yüksek bir ifâde olamaz. Bu sebepten dolayı Kur’ân-ı Kerim’in Arap edebiyâtına büyük hiz­meti olmuş, cahiliyet devrinde şiir ve edebiyat çok meşhur idi. Kur’ân-ı Kerim ise gözlerini kamaştırdı. Cahiliyet devrindeki Arap edebiyatı çok sönük kaldı. Nesri de, şiiri de, hitabeti de sönük kaldı Kur’ân-ı Kerim’in yanında.

Kur’ân-ı Kerim ne nesirdir, ne şiirdir, hepsinin fevkindedir. O bir mucîzedir. Arapların, edebiyatta, şiirde, tefsirde, hadiste iler­lemesi, hep Kur’ân-ı Kerim’in teşvîkiyle olmuştur. Kur’ân-ı Kerim’i kendilerine mürşit olarak seçip ilerlemeye başla­mışlardır. Bütün eserler de Arapça yazılmıştır.

Türkler de, Müslümanlığı kabul ettikten sonra medeniyet sahasında kendini göstermeye başlamışlardır. İslâm olduktan sonra, büyük âlimler muhaddisler, fakihler, müfessirler yetiş­miştir, Türkler’den. Lisan, tefsir ve belâgat bakımından Zemah­şerî mühimdir ve O’nun Türk olduğunu söylerler. Ebussuud; Kanûnî Sultan Süleyman’a mütenasip bir Şeyhülis­lâm. Hâlâ ve daimâ kendi varlığını tefsiriyle muhafaza edecektir. O’nun tefsiri çok yüksek bir tefsirdir.

Demek ki Türkler idrak ve takdir etmişlerdir Arap lisanının ehemmiyetini. Hattâ Sultan Hamid devrinde yetişen Mustafa Sabri Efendi ve Zâhid Kevseri Hazretleri (ki, kendisi Düzceli’dir ve Çerkezdir. Mustafa Sabri Efendi ise, Tokatlı’dır. Burada İstanbul’da yetişmiş ve Mısır ulemasını dize getirdiler. Onlar Arapça’nın ehemmiyetini takdir ve idrâk etmişlerdir. Sultan Hamid devrine kadar Arapça’nın ehemmiyeti devam etmiştir. Elhamdülillah, şimdi de tabiî gençler var yetişiyor. Hiçbir İslâm devleti ve İslâm milleti Arapça’dan müstağni olamaz. Yukarıda da belirtildiği gibi, Kur’ân-ı Kerim, Hadis-i Şerif, bütün fıkıh kitapları, tefsirler Arapça’dır. Bunlar kaynak eserlerdir. Bu kay­nak eserleri, anlamak için biz Müslüman olduğumuz için ve bunların da bize gerekli oldukları için bizim bunlara ihtiyacımız vardır. Onun için Osmanlı Devleti zamanında Bosna’dan tâ Basra’ya, Çin’den Fas’a kadar bütün İslâm uleması Arapça’ya ehemmiyet vermişlerdir. Ve hâlâ da vermektedirler. Bugün komünizm içinde oldukları halde Bosna’da Arapça’ya mükem­mel bir şekilde ehemmiyet veriyorlar. Ve işin garibi Yugoslavya Kalkandelen’den 70-80 civarında talebe Arap dünyasında varmış. Birçoğu memleketine dönmüş, mükemmel bir şekilde Arapça biliyorlarmış.

Arapça sadece Arap lisanı değildir. İslâm lisanıdır. Kur’ân lisanıdır. Arapça lisanı, Müslümanlar arasında beynelmilel bir lisandır ve böyle olması lazımdır. Hatta çok teessüf edilir ki, İslâm süferası birbiriyle İngilizce, Fransızca anlaşıyor. Halbuki ne olurdu, İslâm devletleri kendi aralarında Arapça lisanı siyasî bir lisan olsun, anlaşma lisanı olsun… Ayıp değil mi, Pakis­tan’dan bir sefir gelsin de Türkiye’de, Türkler’le İngilizce konuşsun, yahut bir Türk sefiri herhangi bir İslâm ülkesine git­sin de oranın devlet adamlarıyla Fransızca anlaşsın. Bu gerçekten ayıptır. Bu Müslümanlar arasında bir zuldür, bir zillettir. Arapça lisanı beynelmilel bir lisan olmalı aynı zamanda bir tearüf ve anlaşma lisanı olmalı diplomatlar arasında.

Efendim, sizin öğrenim çağlarınızda Arapça nasıl öğre­tiliyordu?

Ben Yugoslavya’da doğdum. Tabiî orası Osmanlı Devleti’nin yönetimi altında idi. Balkan Harbi’nden sonra Sırplar aldı. Sonra I. Dünya Harbi’nden sonra, Hırvatlar’la, Sırplar ve Slovenler, Yani üç millet birleşerek bir Yugoslavya meydana getirdiler. Tabiî orada Müslümanlar da vardı. Bosna’da, Boşnaklar, Arnavutlar ve Türkler Cenûbî (Güney) Yugoslavya’da. Orada Osmanlı Devleti’nden kalma medreseler devam ediyordu. Benim bulunduğum kasaba (Gilan) da, “Gilan Priştine Sanca­ğı’na mensup, Kosova vilayetinde bir kasabadır.” Orada 80 talebe idik. Her yerde ve kasabada böyle bir medrese vardı. Sabahleyin kalktığımızda, adet olduğu üzere bir cüz Kur’ân okurduk. Yani bu bahsettiğim okuma işlemi sabah namazını müteakip yapılıyor idi. Bu bir gelenek idi. Kimse bizi mecbur etmiyordu. Sonra hoca, yani mederris var idi. İlk üç devre tale­besini okuturdu I.nci, II.nci ve III.ncü ders.

O talebeler, daha sonra küçük talebeleri okuturdu. O yük­selmiş talebeler, ne zaman ki icazet alırlar, ondan sonra müderrisliğe geçerler idi. Sonra yine bu şekilde devam ederdi. Yani büyükler küçükleri tâ bir seviyeye gelinceye kadar oku­turlardı.

Hocam, bu kez onlar mı müderristen okuyorlar idi?

Tabiî, belli seviyeye gelen talebeler müderristen okuyor idi­ler. Ve, benim zamanımda hocamız 5-6 defa icâzet vermiş idi. Ve çok mükemmel bir şekilde sarf ve nahv okuturdu. Ben Mısır’a gittiğimde Arapça’yı o küçük kasabada öğrenmiştim. Ayrıca ben Bosna’da da okudum. Ancak asıl Arapça’yı o bahsi geçen küçük kasabada öğrenmiştim.

Hocanızın ismi neydi efendim?

Abdurrahim Efendi idi. Allah rahmet eylesin. Kendisi İstan­bul’da okumuş çok değerli bir âlim idi. Amma ben önce O’nun talebelerinden okuyup, bilâhare kendisinden okudum. Sonra Bosna’ya, oradan da Mısır’a gittim. Mısır’da ise 20 sene kaldım.

Peki hocam, hocanızdan, yani Abdurrahim Efendi’den icâ­zet almış mıydınız?

Hayır, almamıştım. Ancak o medresemizde salâh ve takvâ hâkim idi. Şöyle anlatayım; küçükler büyüklerine hürmet edip, saygıda kusur etmezlerdi, büyükler ise küçüklerine gerekli sev­giyi gösterirdi. Gürültü patırtı yok, herkes namazında, niya­zında… Sabah ve ikindi namazlarını müteakip birer cüz Kur’ân okurduk. Ben o feyzi, hiçbir yerde bulamadım. O bir gele­nekti. Babam ve amcam da vaktiyle o medresede okumuşlardı.

Şöyle bir soru akla geliyor hocam. Eskiye nazaran lisan öğrenimi bir hayli ilerlemesine rağmen (teknik açıdan), eskisi gibi pek net öğrenilemiyor, sizce sebepleri ne olabilir?

Vallahi azizim, bu biraz da hocanın mahâretine ve tedrîs usulüne bağlı olsa gerek. Bazıları daha mahirdir öğretme husu­sunda. Yani daha tecrübelidir, daha kolay öğretebilir. Tabiî bu iş hocaya bağlı olmakla birlikte talebenin de merakına ve muhitine bağlıdır.

Arapça öğretiminde yeni metodları nasıl buluyorsunuz?

Aslında mesele yeni metod, eski metod olmasından ziyade, yukarıda da arzettiğim gibi, hocanın tecrübesi, talebelerle tecrü­besi. Benim okuttuğum talebeler, meselâ; kendim, “min gayri haddin” (haddim olmayarak) onlarla uğraşa uğraşa onlara değer vererek, bir bakıyorsunuz kendiliğinden zuhur etmiş.

Hocam, Arapça’nın mükemmel bir şekilde öğrenilmesi için ne kadar süre gereklidir, neler yapılmalıdır?

Sarf ve nahivin yanısıra temrinler de lazımdır. Bir kere sarf ve nahiv en az 2-3 sene alır. Tabiî iyice kökleşmesi için, bol kitap okutmak ve okumak lazım ki, bu noksandır bizde, Türkiye’de. Kitap okutmuyorlar. Lisan yalnız gramerle öğre­nilmez. Evet gramer şarttır. Fakat lisanı ilerletmek için kitap okumak, yani pratik gereklidir. Ben arkadaşlarıma Edebü’d-din okuttum. Çok kuvvetli bir eserdir. Bayağı bir meleke hasıl oldu. Sonra İhyâu ulûm okuttum. Çok kitap okumağa alıştırılmalıdır. Burada kavaide çok önem verilmiş vaktiyle, ancak; tekellüme, mükâlemeye ve kitap okumağa pek önem verilmemiş nedense. Halbuki lisan kitap okumakla kâimdir. Meselâ, Türkçe benim ana lisanım değil, kitap okumakla öğrendim.

Biraz önceki sorumla bağlantılı bir soru sormak isti­yorum. Günümüzün yani 20.nci asrın ihtiyaçlarına göre Arapça nasıl öğretilmelidir?

Bol bol mecmua ve gazeteler okutulmalıdır. Arapça radyo yayınlarını takip etmeli. Bugünkü Arapça da Avrupa’nın tesiri altında kalıp, bir hayli gelişmiş durumda. Bir matbuat ve ede­biyat lisanı var. Bugün içtimai hayata göre ahvalin değişmesine göre, lisanlarda da değişme oluyor. Meselâ tıp, tarih, felsefe, içtimaiyat sahalarında çeşit çeşit şeyler zuhur ediyor. Ona göre üslup ve tabirler bulmak gerekiyor. Meselâ bugünkü matbuat lisanı 200 sene evvel yoktu. Hepsi Arapça olmasına rağmen bu­günkü Arapça çok selistir. Bilhassa matbuat lisanı çok selis bir ifade ile yazılmıştır. Bunlar Avrupa ile imtisal ettikten sonra, ona ayak uydurarak gelişmiştir. Türkçe de öyle değil mi?

Meselâ Cevdet Paşa’nın tarihi öyle ağdalı bir lisanla yazıl­mıştır ki, onu anlayan pek az kişi vardır. Bakıyorsunuz bazan bir cümle yarım sayfa alıyor. Bugün ise gayet selis yazıl­maktadır. Hatta yeni harfler çıkmazdan önce Türkçe oturmağa başlamıştı. Reşat Nuri ve diğerlerinin üslûbu. Arapça da aynı, bugünkü Arapça gayet selistir. Bununla beraber klâsik Arapça ile de meşgul olanlar var. Ve o tabirleri dahi kullananlar var. Fakat umumi olarak Arapça bugün herkesin anlayacağı bir tarzdadır.

Bugün biraz Arapça okuyan, el-Ehram ve el-Belâga gazetesini okuyup anlayabiliyor. Bizim zamanımızda er-Risâle vardı ki o birkaç sene devam etti. Buradaki Servet-i Fünûn vazifesini görü­yordu. Sağlam bir üslupla yazılıyordu, herkes anlayamazdı. Meram eğer öğrenmek ise, okumak, okumak yine okumak lâzımdır. Bu şekilde hem kelimeler hafızada yer etmiş olacak hem de kişi pratiğini geliştirmiş olacaktır. Meselâ bu yolla ben İngilizce’yi epey ilerletmiştim. İngilizce’yle de Farsça’yla da hep kendi kendime uğraştım. Bugün bir kimseyle İngilizce olarak, bir İranlı’yla da Farsça olarak anlaşabilirim.

Müsaadenizle son bir sorum olacak. Müslüman bir kim­senin mutlaka Arapça bilmesi gerekli mi?

Hayır… Her Müslüman’ın Arapça bilmesi şart değildir. En azından farz değildir. Fakat ilimle, hele hele İslâmî ilimle uğraşan bir kimsenin muhakkak surette Arapça bilmesi lâzım­dır. Bütün kaynaklar, tefsir, hadis, ilm-i kelâm, dine müteallik bütün eserlerin tamamı Arapça yazılmıştır. Dolayısıyla bir âlimin Arapça bilmesi lâzımdır. Öyle havadan konuşmakla olmaz.

Meselâ, bugün bir mesele-i şer’iyyeye müracaat etsek eli­mizde Türkçe olarak Nasuhi Efendi’nin (Ömer Nasuhi Bilmen) bir İlmihal’i var. Zihni Efendi’nin var. Ama Fıkıh sadece, nikâh veya ibadet değildir. Muamelat var, ukûbat var. Bütün fıkıh bir bütün olarak İslâm Hukuku’dur. Onlar ise hepsi Arapça yazıl­mıştır. Dört mezhepte yazılan kitapların kaynağı tamamen Arapça’dır. Tefsirler de Arapça’dır. Meselâ, Kurtubî Tefsiri. Endülüs’te doğmuş, orada büyümüş ve tefsir yazmıştır. Dün­yanın her tarafında yazılan ilmî eserler (eskiden) Arapça’dır. Ebussuud Efendi’nin tefsiri çok değerli bir tefsirdir. Kıymetini kaybetmeyecek çok kuvvetli bir Arapça’ya sahiptir. Bizim bunu anlamak için Arapça bilmemiz lâzımdır. Kadı Beydavî, Fahruddin Râzi, Kurtubi bunlar mühim tefsirlerdir. Hepsi Arapça’dır. Eğer bugün bir âlim Türkçe tefsir yazmak isterse o kaynaklara mutlaka müracaat edecektir. Fıkıh da öyle, Hadis de öyle.

Müslümanlığı ne ile bileceğiz? Bir defa Kur’ân Arapça… Kur’ân’ı anlamak için lisanın inceliklerini incelemişler ve bundan bir edebiyat doğmuş. Sonra Kur’ân âyetlerinde ihtilâf etmişler, fıkıh meydana gelmiş, müctehidler zuhur etmiş ve eserlerini Arapça olarak yazmışlardır. Ve bütün bu İslâmî ilimler ve lisana müteallik olan ilimler, Kur’ân’a hizmet olsun diye ve Kur’ân’ı anlamak için, evvelâ hadis rivayet etmişler. Sonra ricali hadis hakkında ulema yetişmiş, kitaplar yazmışlar, bunların ise tamamı Arapça’dır. Bunları anlayabilmek, anlatabilmek, İslâm’a hizmet edebilmek için Arapça mutlak surette öğrenilmelidir.

——————————————————————————————————————————————————————————————————————-

Dr. Necdet Yılmaz, Ali Yakub Cenkçiler Hatıra Kitabı, İstanbul: Dârülhadis 2005, s. 29-36.