ALİ YAKUB HOCANIN DÜNYASI
Konuşanlar:*
İsmail Lutfi Çakan
Mustafa Eriş
Ahmet Maraşlı
Abdullah Sert
Hasan Kâmil Yılmaz
Ali Yakub Cenkçiler Hoca’yı bir akşam vakti ziyaret ettik. Kısa süre önce önemli bir rahatsızlık geçirmiş olmasına ve tedavisi halen devam etmesine rağmen, bizleri kabul etme nezaketini gösterdi. Emin Saraç Hoca’nın tavassutlarıyla gerçekleşen bu sohbette, bir Balkanlı müslümanın 74 yıllık İslâmla içli dışlı hayatına sığan hadiseleri dinledik. Hoca’nın değerlendirmelerini, hadiselere bakış açısını dinleme, tesbit etme fırsatını bulduk. Sizlere iki saati aşkın bu sohbetten bazı notlar sunmak istiyoruz.
BALKANLARDA BİR MÜSLÜMAN AİLE
Ali Yakub Hoca, Üsküp’e bağlı Gilan kasabasında Arnavut bir anne-babadan dünyaya gelmiş. Yıl 1913. Hoca’nın ailesi ile ilgili verdiği bilgiler şöyle:
“Eski ecdadım İşkodra katoliklerindenmiş. Osmanlı Balkanlara geldikten sonra ailem müslüman olmuş. Ailemden birçok hacı-hoca yetişmiş. Büyük dedem Hacı Yakub, veli gibi bir adammış. Ben yetişemedim. Hıristiyanlar bile tanır saygı duyarlardı. Babam hafız-ı Kur’ân idi, hoca idi. Bana Kur’ân’ı ilk öğreten de babamdır. Sekiz yaşında Kur’ân’ı hatmetmiştim. Dedem müfti idi. Diğer amcam hafız ve hoca idi. İki ablam hafız idi. İki amcazadem hafız ve müderris idi.”
Ali Yakub Hoca, dünya ve hayat ile ilgili ilk değer hükümlerini bu güzel aileden alıyor. Sonra sekiz yaşında ilkokula gidiyor. İlkokul dört yıl. Burada sabahları Sırpça okunuyor, öğleden sonra Türkçe. Hoca Türkçe’yi orada öğreniyor. Muallim Naci’den Recaizade Ekrem’den şiirler ezberliyor. Sonra 1924 senesinde yine Gilan’da bulunan medreseye devam ediyor. Hoca ortasında bir mescid bulunan, 12 odalı 80 öğrencinin barındığı bu medreseyi unutamıyor. “Üsküb’e gittim, Mısır’a gittim, oradaki feyzi hiçbir yerde görmedim” diyor, Giylan medresesinden bahsederken Medrese hayatını şöyle anlatıyor:
“Hatırlıyorum, sabah erken uyanır. Ezan-ı Muhammedîyi dinlerdik. Namazdan bir saat önce abdest alır, Kur’an okurduk. Namazdan sonra bir cüz Kur’an okurduk. Bütün bunlar mecburi değildi, bir gelenekti. Hoca’ya müderris denirdi. 1,2,3 sınıf talebe okurdu. Her sınıftan icazet alınır ve bir üst sınıfa geçilirdi.”
MEHMED ÂKİF’İN VEFÂTINI DUYUNCA
Gilan’dan sonra Üsküp’e, oradan Bosna’ya gidiyor. Hoca, Üsküp’te iki sene, Bosna’da üç sene kalıyor. Bu sırada babası vefat ediyor. Kendisi de hastalanıyor. İyileştikten sonra Mısır yolculuğu başlıyor. Bu 20 sene sürecek ve Ali Yakub Hoca’nın hayatında çok önemli yer tutan bir dönem olacak.
-Tarih soruyoruz Hoca’ya… Mısır yolculuğunuz hangi tarihte?
-Hoca seneleri, geriye doğru atlıyor…
-Mehmet Akif ne zaman vefat etti, diye soruyor.
-1936’da, diyoruz.
-Evet, diyor, Mısır’a 1936’da gittim. Çünkü Mısır için yola çıkmıştım. İki insanı göreceğimi ümid ediyor, heyecanlanıyordum. Bunlardan birisi Mustafa Sabri Efendi, diğeri Âkif’ti. Giylân’dan Üsküb’e vardığımda Türkiye’den gelen gazetelerden Mehmet Âkif’in vefat ettiğini öğrendim. Orada soluğum kesildi. Eyvah, dedim. Mehmet Âkif’i göremeyeceğim. Mısır yolculuğum işte bu duygular içinde başladı.
Mısır’da geçen 20 yıl, hem talebelik, hem de Kahire Üniversitesi Kütüphânesinde görevli olarak çalışmakla geçiyor. Özellikle Türkçe, Farsça, Arapça ve Rusça metinlerin anlaşılmasında bir uzman olarak Hoca’nın görüşüne başvuruluyor. Hoca, talebelik döneminde hem Kahire Üniversitesi hem de Ezher’in belirli bölümlerinden diploma alıyor.
ETKİLENDİĞİM ÜÇ KİŞİ GAZALİ, MUSTAFA SABRİ, BENNA
Hoca’nın Mısır hayatı, yalnız talebelik ve memuriyet olarak önem taşımıyor şüphesiz. Asıl, tanıdıkları ile bir dünya hatıra saklıyor.
-Hayatta üç kişiden etkilendim, diyor. Bunların Gazali, Mustafa Sabri Efendi ile Hasan el-Benna olduğunu söylüyor. Hoca’nın etkilendiği üç kişiden ikisi Mısır’da. Son Osmanlı Şeyhülislâm’ı Mustafa Sabri Efendi ve İhvân-ı Müslimîn lideri Hasan el-Benna.
MUSTAFA SABRİ ASRIN GAZALİSİ
-Mustafa Sabri Efendi ile sık sık görüşür müydünüz?
-Benim kadar kimse görüşmedi, desem mübalağa olmaz sanırım.
Pür dikkat dinliyoruz:
-Bir defa her hafta ziyaretine giderdim. Sabahtan akşama kadar. Gece saat 11’e kadar. Beni adeta evin bir ferdi gibi bilirlerdi. Bir yere gidecek olsa, beni de yanına alırdı. Etrafına “Yaverim” diye tanıtırdı.
Daha sonra Hoca, Mustafa Sabri Efendi ile ilgili hatıralar anlatıyor. Her hatıra, bir diğerini çağrıştırıyor. Soruyoruz:
-Türkiye üzerine sohbetleriniz olur muydu?
-Azizim, o kavmiyetçi mânâsında milliyetçi değildi, bu bilinir. Fakat, Türkiye ile ilgili ne kadar yazı yazmışsa, bunları okuyanlar onun dehşetli bir milliyetçi olduğunu sanırlar. Osmanlı devletine, Türk milletine bir kıl kadar hata kondurmazdı.
Hoca’dan Mustafa Sabri Efendi’nin değişik konulardaki değerlendirmelerini dinliyoruz. Hepsi birbirinden ilgi çekici. Hoca onun için, “Mustafa Sabri Efendi, bugünkü dünyayı anlamış ve bugünkü dinsizliğe karşı ortaya çıkmış, cevap verecek mahiyette kafa ve anlatış tarzına sabip bir ilim adamıdır. Allah için asrın Gazalisidir. Mücahit adam diyor. Mustafa Sabri bahsi üzerine öylesine söyleyeceği var ki… Mustafa Sabri Efendi’yi daha yakından tanımak gerekir, eserlerini okumak gerekir diye düşünüyoruz.
HASAN EL-BENNA KENDİSİNİ ALLAH’A VAKFETMİŞ BİR ADAM
Sonra, Hasan el-Benna ve İhvân-ı Müslimîn ile ilgili değerlendirmelerini istirham ediyoruz Hoca’dan:
-Hasan el-Benna amelî bir adam, diyor Hoca. Son derece faal, pratik yani. Sabahtan kalkar, saat gece 12’ye kadar çalışır, ya bir şey yer ya da yemez. Bir iki kahve içer. İşte böyle bir insan. İnsana hitab ettiği zaman mıknatıs gibi kalbini cezbeden. Hayatını Allah’a vakfetmiş bir adamdı. Allah, bu asırda sanki onu gençliğe rehber olarak halketmişti. Üniversite gençliğini ihya etti adeta. Kahire’de muazzam bir cemaat meydana getirdi.
Bu arada Emin Saraç Hoca, Hasan el-Benna’nın Şazelî tarikatına bağlı olduğunu söylüyor. Ali Yakub Hoca ise Hasan el-Benna’da olsun İhvân-ı Müslimîn mensuplarında olsun büyük bir takvâ bulduğunu belirtiyor ve:
-Benim için tasavvuf, diyor, ihlâsla şeriatı yaşamaktır.
TÜRKİYE HASRETİ
Mısır günleri dolu doludur. Ancak Hoca’nın içinde Türkiye’ye gelmek ve ailesi ile burada yaşamak arzusu yatmaktadır. Bunun için annesini ve kardeşlerini Türkiye’ye getirtmiştir. Bu arada Mısır Büyükelçiliği’nde bir iş çıkar ve Hoca Türkiye’nin yolunu tutar. Hoca’nın duyguları şöyledir:
-Size doğrusunu söyleyeyim. Mısır’da ben daha fazla buraya meyyaldim. Evet, İslâm diyarında idim ama Türkiye bambaşka idi. Türkiye benim vatanım idi yahu. Sana ne diyeyim, ana vatanım olarak telakki ediyorum. Sanki burada doğmuşum. Öyle bir his var. Mısır’da evlenmedim, meselâ. Mustafa Sabri Efendi çok ısrar etti, evlenmedim. Hatta bana, vefatından bir gün önce ziyaretine gittiğimde takıldı: “Ah seni, evlendirmek istedim, evlenmedin” dedi. Çünkü hep aklım buraya gelmekte idi.
TİLKİYE SARIK SARMAK
Mısır Sefaretinde iki sene çalışıyor. Sonra bu görevinden ayrılarak Türkiye’de kalmaya karar veriyor. Ancak, Türkiye’de kalmak demek, hayatı yeniden kurmak demek Ali Yakub Hoca için. İş bulmak, yaşamak demek. Burada Hoca hepimizi hem güldüren, hem de acı acı düşündüren bir hadise anlatıyor.
–Rûh’ul-beyân sahibi İsmail Hakkı, talebe ile, teravih kılmak için köylere gidiyor. Gittikleri her köy kapısını kapıyor. Bu arada bir köye uğruyor. Köy halkı bir tilki yakalamış. Tilki köyün tavuklarını yiyormuş. Herkesten bir fikir çıkıyor. Bu tilkiyi öyle eziyetle öldürelim ki, diğerlerine ibret olsun gibisinden. İsmail Hakkı köylülerin yanına varıp, şöyle diyor:
-Onu bana bırakınız, ben ona cezasını veririm.
Tilkiyi alıyor, başına sarık bağlayıp salıveriyor. Hayret eden köylüye ise:
-Hiç merak etmeyin, diyor. Uzaktan başında beyaz bir şeyle geldiğini görenler zannederler ki bir hoca geliyor, hemen kapılarını kaparlar. Öyle ki, artık hiçbir yere giremez olur. Tavuk yemeye de delik bulamaz. Hatta diğer köye de haber salarlar. “Hoca geliyor” diye.
Ali Yakub Hoca, “Benimki de böyle oldu diyor. Adeta bütün kapılar kapandı. Oraya gidiyorum, yok, buraya gidiyorum yok.”
Bu mahrumiyet günleri içinde, bir şirkette, muhasebe işi buluyor. Yıllarca İslâmî tedrisat yapan hoca, muhasebecilik işinden tekaüt oluyor. Rûh’ul-beyân sahibi’nin yaptığına hak vermez misiniz?
NECİP FAZIL, SÂMİ EFENDİ, MEHMET EFENDİ, NASÛHİ EFENDİ İLE…
Ali Yakub Hoca’ya Türkiye’den soruyoruz biraz da. Kimlerle görüştüğünü, halleştiğini soruyoruz.
-Necip Fazıl, diyor Hoca önce. Rahmetle yadediyor. Öldüğünde ağladığını belirtiyor. “Deli dolu idi, fakat müthiş bir zekâsı vardı. Kim İslâm’a uzaktan yakından bir eğrilikte bulunuyorsa, hemen anlardı ki bu çürük bir insandır. Necip Fazıl meydana atılmış bir insandı. Adeta çağırmışlar kendisini.”
-Sonra takva adamlar vardı. Meselâ Sami Efendi, ortaya çıkmamış bir mütefekkir adamdı. Mübarek bir adam. Onun salâhı ve takvası bana çok tesir etti. Sonra Mehmed Efendi, aynı şekilde mübarek adamdı. Çok hizmetler yaptılar. Mahviyet sahibi, hal ehli insanlardı. Allah’a bağlı, aşık. Sadece ilim ile de olmaz bu işler. Hal lâzım. Yaşamak lâzım. İşte bunlar ehli haldir. Allah rahmet eylesin, Allah hepsinden razı olsun.
-İlmiyeden kimleri tanıdınız hocam?
-Nasuhi Efendi vardı, Allah rahmet eylesin. Onun Kaamus’u kolay yazılacak bir kitap değildir.
İHYA OKUTMA TUTKUSU…
Hoca’ya İhyâ’yı sormalıyız. Hoca bir İhyâ tutkunu. “Hayatta etkilendiğim üç kişiden birisi Gazali” dememiş miydi? Öyleyse, bunu biraz açmalıyız.
-Hocam, hayatta en çok zevk aldığınız şey nedir?
Bunun cevabını biliyoruz. Hoca için bir öğrencinin ne kadar kıymetli olduğunu biliyoruz. Ama kendisi söylesin bunu istiyoruz:
-En sevdiğim talebe okutmaktır. Gerçi çok okutamadım. Ama bir talebe olsun, ona saatlerimi sarfetmekten zevk alırım. Bu, bizim mesleğimizde Allah’a götüren bir yoldur. Dünyalığı hiç düşünmedim. Hafız Emin de bilir. Bazı günler sabah yerdim, ertesi gün sabaha kadar. Yemek yiyeyim diye tasa çekmezdim. Mısır’da bazan 48 saati bulurdu yemeksiz geçen zaman. Hoşuma giderdi günleri aç geçirmek.
-Hocam biraz da İhyâ okutma geleneğinizden bahsetseniz.
-Evet, bana hayatta tesir etmiş üç kişiden biri Gazali, demiştim. Hakikaten tarih-i beşerde Gazâlî kadar büyük bir psikolog yetişmemiştir. İmamı Gazali kadar kimse anlatamamıştır insanı. Kitap ve Sünnete dayanarak, insanı gayet güzel anlatmış. İnsanın evsafını, neden mürekkeb olduğunu, Hakka nasıl vasıl olacağını… İhyâ ile çok uğraştım. Daha gençliğimde, Mısır’da da ilgileniyordum. Türkiye’de muhasebe işinde çalışırken geceleri gelen talebeleri okutuyordum. 15 sene de camide, Emir Buhârî’de İhyâ okuttum. Gelen talebelerin adını bile bilmiyorum. Bazen sokakta rastlıyoruz. Halimi hatırımı soruyorlar.
ÜÇ ÇEYREK ASRA SIĞANLAR
Ali Yakub Hoca bize Osmanlı’dan bir yadigâr. Balkan Müslümanlığından bir yadigâr. Mısır’ı görmüş İslâm’ın üç çeyrek asırdır yaşadığı badireli günlere şahit olmuş. Üç farklı ortamda, insanların, müslümanların duygularını, tesbit etmiş. İslâm ülkelerinde ferd ve sistem olarak İslâm’dan kopuş olaylarını takib etmiş, içinde yaşadığı insanların bu sistem değişiklikleri esnasındaki duygularını müşahede etmiş. Hoca’ya, müslümanların bugünkü durumu, Balkanlarda Osmanlı’ya bakış, müslümanlar arası ilişkiler vs. gibi konuları sormalıyız. Bunların her birinde, bugün için, yolumuzu ışıtacak önemli değerlendirmeler bulacağımıza inanıyoruz. Öyleyse sorularımıza Balkanlar’da Osmanlı’dan başlayalım:
BALKANLAR VE OSMANLI
-Balkanlar’da Türk kelimesi ne ifade eder hocam? Bir ırkı mı anlatır?
-Yok azizim, şimdi bu çok gülünç olaylara yol açar. Meselâ bir Arnavut müslümanlığını bildirmek istedi mi, “Elhamdülillah Türküz” derdi. Hoca kalkar, burada 20 sene tahsil etmiş, vaaz ederken “Türklüğün şartları 33’tür.” şeklinde konuşur. “Allah Türklükten ayırmasın. Allah canımızı Türk olarak alsın.” der. Adam meselâ müslüman değil, Sırplı. O bile kendisinin Türk olduğunu söyler. Hicazlı bile Türk olarak bilinir. Bizim zamanımızda müslüman için Türk kelimesi kullanılırdı. Biz yalnız kitap okurken “Din-i İslâm’ın şartları 33’tür” derdik. Halk bir kelime Türkçe bilmezdi. Ama “Allah’a şükür Türk’üm” derdi.
-Osmanlılara karşı büyük bir muhabbet vardı yani?
-Azizim, öyle adamlar vardı ki, Sultan Hamid’in adı geçtiğinde emin olun ayağa kalkardı.
-Bu bir terbiye meselesi midir hocam?
-Azizim, Osmanlı dedi mi, o bir ansiklopedi gibi bir şey ihata ediyor. Bütün müslümanlığın inceliğini ihata ediyor Osmanlı tabiri. Osmanlı denildi mi, efendi, müslüman, cömert, misafirperver, ahlâklı, yani mecmu kemâlâtı havi bir şahsiyeti anlıyor. Sonra Türk bir çelebilikti. Meselâ ben orada Türkçe öğrendim. Benim kasabamda halk “Ben türküm” der. Halbuki köyden gelmiş olan Arnavut bilinir. Arnavut demek, köylü anlamına geliyor. Kasabalı ise Türk ve çelebi. Türkçe bilmek ise büyük bir mesele. Hele bir köylü Türkçe bildi mi onun havasından geçilmez. “Nasılsın efendim” der, Türkçe konuştuğunu ihsas eder. Ben de bu aşkla Türkçe’yi öğrendim.
-Hocam, Osmanlı Balkanların müslüman olmasına vesile olmuştur, derdiniz. Ben o Osmanlıların çocuklarına hocalık yapacaksam bu benim için şereftir, derdiniz.
-Evet azizim, ben Osmanlıları çok severim. O kadar severim ki, her yerde onun adını müdafa ettim. Çünkü onlar gelmemiş olsaydı Balkanlara, ben bugün Ali Yakub Hoca olarak konuşamazdım. İşkodra’daki ecdadımın katolik olduğunu söylemiştim. Eğer Osmanlılar gelmemiş olsaydı, hepimiz Hıristiyan kalırdık. Osmanlılar bütün İslâm dünyasına hizmet etmişler. Onun için ben Türk’e şükran borçluyum, Türk milletine… O şüheda bizim müslüman olmamıza vesile olmuştur. Bu unutulmaz. Onun için ben, geldiğim günden beri kendimi hiçbir zaman yabancı hissetmedim. Bir eziklik, bir muhacirlik duygusu hissetmedim. Türkle gerekirse münakaşa da yaparım. Ben yabancılık duygusuna düşmedim hiçbir zaman.
Müslümanlar Neden Paramparça veya Nefsimizle ne Kadar Mücâdele Edebiliyoruz?
Ali Yakub Hoca’ya müslümanlararası ilişkileri soruyoruz. İslâm dünyası neden paramparça, müslümanlararası ilişkiler neden Hazreti Peygamber’in belirlediği çerçevede değil, gibi sorularımıza hoca insan nefsinden başlayarak cevap veriyor:
-Şeytanın diğer ismi Azâzil’dir. O da büyük bir zatmış. Ama kibri ve hasedi onu şaşırtmış. Haset, hırs, tamah, bunlar insan kalbinin yaraları. Bundan çok az insan kurtulabilir. Bundan kurtulabilen kimse bugün insan-ı kâmil olmak için nefisle mücadele etmek lâzım. Nefisle mücadele için kimi bir sene kimi iki sene, kimi de bir ömür uğraşır. Kâmil olan insan ehlinden memnun olur. Hased etmez. Bence, müslümanlar arası ihtilâflar nefsî kusurlardan, bilhassa hasedden ileri geliyor. “Ben olayım, sen olma” düşüncesinden. Başka bir şey yok. Bakıyorsunuz âbid bile başka âbide hased edebiliyor.
-Peki neyi paylaşamıyoruz hocam? Hasedin hedefi ne? Allah’ın rahmeti hepimize kâfi gelmez mi, diye düşünüyoruz?
-Ene, ene meselesi. Ene var ya, nefs, şeytandan daha beter o. Nefs, hiç ayrılmaz senden. Bırakmaz ki Allah ile olasın. Dünya muhabbeti kolay kolay insanın kalbinden temizlenmez. Öyle somun yemeye benzemez bu iş. İnsan imparator olur ama, insan-ı kâmil olamaz. Kendini, fethedemez. Çok muharebe eder ama kendisi ile muharebe etmez. Başkasını vurmak kolay. Kendini vurmak, kendisiyle çarpışmak zordur. Kolay bir mesele değil. Uzun zaman çalışmak lâzım ve elinizden bir üstad tutacak. Yavaş… yavaş… yavaş ilerleyeceksin. Mütevazi olalım, noksanımızı bilelim, Allah’a yönelelim. Müsamahakâr olalım. Karşımızda birisi sen bir şey bilmezsin derse, “Peki kardeşim, Allah’a çok şükür sen biliyorsun. Senin bilgin de benim için bir kazançtır” diyelim. Onu nefsimize tercih ettiğimizi anlatalım. Mücadeleye girmeyelim. Onun nefsini kafese koyalım. Allah Peygamberine, “Allah’ın rahmeti sebebiyle onlara yumuşak davrandın. Eğer sen sert ve katı kalpli olsaydın, muhakkak ki insanlar, etrafından dağılır giderlerdi. Öyleyse onları affet ve bağışlanmalarını dile.” diye buyuruyor. Rasûlullah’a neler yaptılar, sabretti. Biz sabırsızız. İyilik, iyilik, iyilik. Hep iyilik edeceksiniz. Sonunda, diğer mümin kardeşiniz yaptığından utanacak ve sizi sevecek. Sabır büyük iş. Büyük mücadele işi.
İSLÂM DÜNYASI… GERÇEK VE ÜMİT…
Ali Yakub Hoca “Ben muhacirim” diyor. “Türkiye’nin güllük gülistanlık olmasını isterim. İslâm âleminin güllük gülistanlık olmasını isterim.”
İslâm âlemi deyince, Hoca’ya İslâm âleminin bugünkü durumunu sormak istediğimizi bildiriyoruz. Nasıl görüyor Hoca İslâm dünyasını?
Hoca, bu sorumuz üzerine önce Âkif’in ünlü şark manzumesini hatırlıyor. “Dolaştım mülkü İslâm’ı bütün vîrâneler gördüm” diyor. İç çekerek. Sonra bir ümitle ilâve ediyor:
-Ancak yeni bir gençlik var şimdi dünyada… Filipinlerden Fas’a kadar elhamdülillah. Gençlikte büyük istidat görüyorum. İslâm’a gerçekten İslâm’ca bakıyor. Garptan, falandan filandan bir şey yok. Semadan nazil olmayan, vahye müstenid olmayan herhangi bir telkin boştur, koftur. Hiçbir ide, fikir, vahye istinad etmedikçe tatminkâr olamaz. İşte şimdi, bu düşüncelerle bir gençlik teşekkül ediyor. Fakat bunu boğmak istiyorlar. Her yerde. Çünkü ipin ucu büyük güçlerin elinde. Onlar istiyor ki, bir müslümanlık olsun. Çünkü biliyor ki, müslüman şark, gâvur olmaz. Gâvur olsa ne âlâ. Ama olmaz. Amerika bunu başaramaz. Öyleyse müslüman olsa bile Amerika’nın istediği çerçevede bir müslüman olsun. Namaz kılsın, oruç tutsun, bazı ibadetleri yapsın ama daha ilerisi yok. İslâm ülkeleri yöneticilerine bakıyorsunuz. “Hem müslümanım” diyor hem de şu, bu. Halbuki, din-i İslâm’da bir şeyi inkâr ettin mi, bir hükmü, nass-ı kat’î ile sabit olan bir hükmü inkâr ettin mi, hepsini inkâr etmiş sayılırsın. Peki, bunlar nasıl müslüman oluyorlar?
MÜSLÜMANLAR MÜSLÜMANLIĞA SARILDIKÇA
Biz biliyoruz ki müslümanlar, müslümanlığa sarıldıkça kat-i mesafe etmişlerdir. Ne vakit müslümanlıktan ayrılmışlar iş değişmiş. İslâm dünyası, bir dönem Avrupa’ya bakmış. Bilhassa Avrupa’dan etkilenen okumuş grup, “Avrupa dinden uzaklaştı, ilerledi, biz de öyle yapalım” gibi bir düşünceye ulaştılar. Halbuki, İslâmla Hıristiyanlık aynı değil ki. Hıristiyanlık her ileri harekete “Stop” dermiş. İslâm ise “İkra” ile başlıyor. Yani ilimle. Hazreti Peygamber, cahil Arap toplumu içinde İslâm’ı tebliğe başlamış. 70-80 yıl içinde Çin’den Fransa kıyılarına kadar İslâm hakimiyeti yayılmış. Ne zaman ki din duygusu zayıflamış, o zaman sürüklenmişiz bataklıktan bataklığa… Onun için müslümanlığa dönüşten başka çaremiz yoktur.
Bugün beşeriyetin İslâm’a büyük ihtiyacı vardır. Çünkü, mevcut sistemler tıkanmıştır. Kapitalizm de, komünizm de. Çünkü bunlar gayr-ı tabîi nizamlardır. İslâm dünyasında bir kıpırdanma var. Bilhassa gençlikte. Bakalım nasıl tecelli edecek? Tabii artık peygamber gelecek değil. Fakat nasıl, zulmet içinde olan kurûn-ı vustâde, ceziret’ül arabda Hazreti Peygamber çalışıyor, didiniyor. Kendi akrabası dahil herkes aleyhinde. Ama büyük insanlar, bu gibi ahval içinde zuhur etmişler. Biz ise uğraşmamışız. Herkes kendi sahasında uğraşmamış. Karanlık bir durumda, pesimist, ümitsiz bir durumda olmak müslümanlığa yakışmaz.
Ali Yakub Hoca müslümanlığın geleceği için müslümanlara örnek bir hayat yaşamalarını sevgi ve ihlâsla çalışmalarını öğütlüyor son olarak:
-Gönüllerin fethi önce ahlâkladır, her şeyden önce örnek olmalıdır müslüman. Sonra sevgi lâzım. Arkadaşlar arasında fedakârlık lazım. Birimiz hepimiz hepimiz birimiz için anlayışı içinde. Batılda olsun, Hakta olsun muvaffakiyetler ihlâs iledir. Hak’ta olan bir kimse, batıl kadar ihlâs sahibi olmazsa batıl galebe çalar. Onun için davanın aslı ihlâstır, örnek bir hayat yaşamaktır.
Ali Yakub Hoca’dan içimiz dolu dolu ayrılıyoruz. Ellerini öperken, bize bütün müslümanlara dua ediyor. Allah razı olsun…
—————————————————————————————————————————————————————————————–
Dr. Necdet Yılmaz, Ali Yakub Cenkçiler Hatıra Kitabı, İstanbul: Dârülhadis 2005, s. 29-36.
* Altınoluk Dergisi, sayı: 14 (Nisan 1987), 13-17.