Süleyman Zeki Bağlan

Böyle güzel insanları anmak ne hoş. Sebeb olanlara sonsuz teşekkürler.

Rumeli’nin o kasırga dolu havasından ayrılıp, bir ilim mer­kezi olan Kahire’de kendini bulan hocam, Zâhid Kevserî ve Mustafa Sabri efendi gibi Daru’l-hilafe’de yetişip, kopup gelen dev Osmanlı alimleriyle karşılaşır.

“Bir gün Sabri efendinin oğlu İbrahim efendiyle Kahire’de yürüyorduk. Baktık karşıdan Sabri efendi geliyor. Hâl-hatır ettikten sonra, ‘hocam hazırladığınız Mevkıfu’l-ilm isimli eseri­nizi neşretseniz ne iyi olur’ dedim. ‘Müsveddeleri duruyor. Gel. Tasnif et. Yayınlansın’ dedi. Evine gittik. Çalışmayı yaptım. Eser çıkarken bana teşekkür yazdı. Rahatsızlığı sırasında, ‘ben Türkçe’ye tercüme edeyim, biri yazsın, neşrolur’ diyordu. Arab­ça’ya elyak bir arkadaş bu işe pek yakınlık göstermedi.”

“Mısır’dan buraya talebe okutmaya geldik. Fakat na’parsınız işte böyle” tarzında yakındığı olurdu.

Bir gün Beyaz Saray kitabçılar Çarşısı’ndaki Enderûn Yayınevi’ne gelmişti. İsmâil Özdoğan bey karşılayıp, bir Hollan­dalı müsteşrikle tanıştırmıştı. Karşılıklı konuşmalarından sonra bu oryantalist Ali Yakub efendiye, sizi Hollanda’ya götürelim. Üniversite’de hoca olun. Şu şu imkânlarımız olur teklifinde bulundu. Hocam bunların hiçbirini kabul etmedi.

Kahire’ye yeni gittiği yıllarda Mustafa Nureddin efendiyi tanır. Türkçe 40 ciltlik bir ansiklopedik lûgat hazırlamış. Yazma halinde. Hakkında Abdu’l-Gânî Sen’i bey Servet-i fununda bir makale yazmış. Bulmamı istemişti. Aradım. Buldum. Fotokopi­sini götürdüm. Bu çalışmanın gün yüzüne çıkarılmasını, basılmasını azru ederdi. (Abdu’l-Gânî Sen’i bey, Türkiye Cumhuriyeti’nin hariciyesi namına Beyrut’ta bulunmuş (1925). Mustafa Nureddin efendiyi görmüş, Kütübhanesini resimleriyle tanıtan ve bu eserinden bahseden uzun bir makale yazmıştı. Burada yazma Tevrat nüshaları varmış. Muşarunileyhin vefatın­dan sonra bu dev kütübhane Amerika’da bir üniversitenin eline geçmiş.

Hocam, Fatih Malta’da vaktiyle bir Nakşi tekkesi olan Emir Buhârî Camii’nde her Pazar öğle namazından bir saat kadar sonra bir Osmanlı an’anesi olarak İhyâ okutmaya başlar. İkindiye kadar devâm ederdi. Bir çok arkadaş bu dersleri takib ederdik. Bir kısım cemaat dinler, bazıları da Arabça metinden takib ederdi. Derslerin bereketi hasıl olur, bir çok kimse görüşme fırsatı bulurdu. Ayrıca fakire akşamları evlerinde hususi olarak da ders okuturdu.

Hastalığının devâm ettiği günlerde yine dersler okutmaya devâm etti. Yeğenim Hikmet Atan ondan İhyâ dersleri aldı.

Bir gün erken saatte yolda karşılaştığımızda “Bak KUR’ÂN-I KERİM dersinde sakın ha taviz vermiyeceksiniz” demişti.

Hocam rahatsızlığı sebebiyle hastaneden sonra Hüseyin Tokuz bey kendisine hizmet etmişti. Bu arada merhum Pertev Zabsu bey ve bacanağım Kâmil Adıgüzel de hizmetinde bulunu­yorlardı.

Atikali’deki evlerine gelince (hemşehrisi) Manastırlı Süleyman Uyanık’la ziyaretlerine gittik. Bayrampaşa’da Fizik mütehassısı emekli tabib Albay Yakub beyi tavsiye etti. Bunun üzerine haftada üç gün 17-21 arası hocamı evinden alır, Aydın Güner beyin taksisiyle Bayrampaşa’da muâyenehâneye giderdik. Tedaviden sonra bazan muhallebici dükkanlarına uğradığımız olurdu. Eve gelip kapıyı çaldığımda Valide hanımı hazır bulurduk. Arada vakitlice gittiğim olduğunda Valide hanım mutlaka kahve pişirir ikrâm ederdi. Burada onu rahmetle anmak istiyorum. Pek güzel İstanbul şivesiyle konuşurdu. Telaffuzu, kelimeleri seçip yerli yerince ifade etmesine hayran kalınırdı. Konuşmaları kayıt etmediğimize esef ediyorum. Valide hanımın da tasavvufî cebhesi vardı. Zîrâ Bursalı Mehmet Zâhid Kotku efendi hazretlerine müntesibti. Fakire bir evladları mesabesinde davrandıklarından muhabbetimiz daha ziyade olurdu.

Hocamla fizik tedavisi için gidip-gelişler 6 ay devam etti. Bu müddet zarfında ondan bir çok mesele öğrendim ve hatırat dinledim. Kendisini evinden alıp refakatle Kimyager Sokak’tan caddeye indiğimizde, Aydın Güner ağabeyi arabasında hazır bulurduk. Hareket ederken Hocaefendi Yasin-i Şerif’e başlardı. Bitirince dua yapar, hassaten Bursalı Mehmet Zâhid Kotku hocaefendi ile Mahmud Sami Ramazanoğlu hocaefendiye bağışlardı. Fizik tedavisi sırasında doktor adaşı Yakub beye takılır: “Azizim sen iyi bir insansın, iyi bir topraksın iyi hasat edilmen gerekir”, derdi. Rahatsızlığı sırasında bir yakını onu Londra’da tedavi ettirmek istedi. Fakat yabancı ellerde olmak istemiyorum, diyerek kabul etmedi.

Arada bir vefasızlıktan yakınır, “Azîzim ah şu falancayı da talebeliğinden bilirim, ne arar ne de sorar”, derdi. Zaman zaman ziyaretine gelen tanıdıklarından da memnun olurdu.

Kendisini hiç tanımıyan Nakşî meşâyıhından Amasya Suluca’da mukim Oflu Ali Galib Yücel hocaefendi, “ona nuzul şu gün isabet etmiştir. Okusak iyi gelir”, dedi. İstanbul’a geldik­lerinde görüşmüşler, tesbitleri doğru çıkmıştı. Ali Yakub efendinin etrafında dolaşarak okumaya başladı. Halkalar bir hayli devam etti. Evinden çıkarken Ali efendi: “7 gün devâm icabeder, geç kalınmış” dedi. Fakat istikrar kabil olmadı.

Yine bir gün tedaviden dönmüş hocamın ayakkabılarını çıkartmış, salona geçmiştik. Kadir Mısıroğlu’nun oğlu Sunusî Mısıroğlu geldi, “Efendim, İngiltere’de mukim Sultan Abdülmecid Han’ın kızı Mediha Sultan’ın torunu Beyzade Fethi Sami Beyefendi geldi. Sizi ziyaret etmek istiyor”, dedi. “Buyursun”, dediler. Biraz sonra salona atletik yapılı Fethi Beyefendi girince, Ali Yakub efendi ayağa kalktı. Kendisine refakat ediyordum. Birden, “Beyefendi bizim dedelerimiz Kato­likti, siz Osmanlılar Rumeli’ye geldiniz. Arnavudlara İslâm’ı tebliğ ettiniz. Bizim müslüman olmamıza vesile oldunuz. Müsaade edin elinizi öpeceğim”, dedi. Hemen hemen yaşıtı olan Fethi Beyefendinin elini öptü. Ve şöyle devam etti: “Bizim orada birisi müslüman oldu mu Türk oldu, derler, Türklüğün şartı 5’dir derler.” [Hatta merhum Ali İhsan Yurd hocaefendi, “soya­dınız (Ali Yakub) Cenkçiler”, Türkçülüğünün tesiriyle olsa gerek, “siz Türksünüz” dermiş. Fakat o, “Biz Arnavuduz”, derdi.]

Güzel bir sonbahar (2 Kasım 1986) günü öğleden sonra Hocam, Fethi Sami Beyefendi, Pertev Zapsu, Sunusi Mısıroğlu ve fakir Hidiv Kasrı’na gittik. Karşılıklı hatıralarını anlattılar. Fethi Beyefendi orada yaşanan bazı hadiselerin canlı şahidi idi.

Ali Yakub efendinin vefatından sonra Fethi Sami beyefendi Türkiye’ye gelince Valide hanımı ziyaret ettik. Edirnekapısındaki kabrine gittik.

Merhum hocamı rahmetle anmama bir güzel hatıra da şu: Evliliğimizin arefesinde hemşehrisi olan kayınvaldem bizi Hocaefendi’ye sorunca, “benim kızım olsa Süleyman’a veririm” demiş. Bu tezkiyeyi daha sonra öğrendim. Nişan yüzüğümüzü o takmıştı.

Derslerimizde veya hususî ziyaretlerimizde “Azizim sen bir Osmanlısın” der fakîr-i pür-taksîre iltifat ederdi.

Cenâb-ı Hak garîk-i rahmet eylesin. Amin.

Daim Dûacısı talebesi

Dr. Necdet Yılmaz, Ali Yakub Cenkçiler Hatıra Kitabı, İstanbul: Dârülhadis 2005, s. 69-72.