Kadir Mısıroğlu
“Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir.”
Hadis-i Şerif meâli
Ulemâ –tâbir-i mahsûsu ile- vereset-ül enbiyadır. Yani onlar, peygamberlerin yol ve dâvâlarını devam ettirirler. Fakat, bu hizmetin ifâsına müteallik şartlar, her zaman ve mekânda aynı değildir. Olmamıştır ve olamaz… Zira, cemiyetlerin hak ve bâtıla istidâd ve temâyulleri –çeşitli tesirler altında- her devirde değişir ve pek büyük farklılıklar gösterir.
Böyle olmakla beraber, enbiyaya hakkıyla vâris olan âlim ve mücâhid kimseler, hemen hemen dâima ve evveliyetle çile ve meşakkate maruz kalmışlardır. Zira, insanlığın sapıklığa meylinin şiddeti, bilfarz yirmidört değil de –alâ rivâyetin- yüz yirmi dört bin (!..) peygamber göndermiş olmasıyla sabit ve muhakkaktır.
Esâsen, bir hadis-i şerifte “belâ ve musibetlerin en ağırlarının peygamberler, daha az ağırlarının da evliya üzerine gideceği, sonra da derece derece diğer fazilet ve kemâl ehline teveccüh eyleyeceği” beyân ve ifade olunmuştur. Bundan tabiî bir şey olamaz. Zira, cennet ve cehennemdeki dereceler, bu fânî âlemdeki iktisab ile olduğuna nazaran, en yüce makamların bedeli de en ağır olmak lâzım gelmez mi?!..
Ancak böyle kimseler, cemiyet içinde yüksek dağ tepeleri gibidirler: Gâyet nâdir ve ulaşılmazdırlar. Onlara ekseriya sevk-i kaderle yakın olunabilir. O da çoğu kere başımız irtifalarını kavramaya imkân bırakmayan bir gafletle hâlelenmiş olduğu halde…
Ben –hayatımın müstesna tâlihlerinden biri olarak- enbiya yoluna ilmi ve takvasıyla hakkıyla vâris olan böyle bir insan tanıdım: ALİ YAKUB (CENKÇİLER) HOCA!..
20 Mayıs 1988 Cuma Günü İstanbul’da vefât eden Ali Yakub Hoca ilmî dirâyeti, ahlâkî salâbeti, takvası ve mustesnâ tevazûu ile Osmanlı ulemasının son mümessillerinden biriydi. Çocukluk yıllarında bir Balkan kasabasında başlayan İslâmî tahsilini Mısır’ın meşhur Câmi-ül Ezher’inde ikmâl etmiş olmasına rağmen, Şeyh-ül İslâm Mustafa Sabri Efendi ile Zâhid Kevserî’ye tesâdüf etmemiş ve uzun yıllar onlarla birlikte bulunmamış olsaydı –ihtimâl- bildiğimiz müstesnâ hüviyetini kazanamıyacaktı.
Bilhassa Mustafa Sabri Efendi’den ettiği istifade, iki yönlü olmuştur. Ülkemizde mâalesef kıymeti lâyıkiyle anlaşılamamış olan bu büyük âlim “Mevkıf-ül akli vel ilm…” ünvanlı dört ciltlik eserini bizzat Ali Yakub Hoca’ya takrir edip yazdırmıştır. Uzun süren bu mesâi esnasında O’ndan zâhirî ve hikemî pek çok hakikati telâkki etmiş, aradaki müteselsil ve mütemâdi sohbetlerde de, Osmanlının mânevî azâmet ve ihtişamının sır ve incelikleriyle birlikte yakın tarihimizin mestur (üstü kapalı) gerçeklerine de vukuf peyda etmiştir. O derecede ki; Ali Yakub Efendi âdeta Şeyh-ul İslâm Mustafa Sabri Efendi’den bir parça veya O’nun bize kadar ulaşan bir devamı idi.
Benim Ali Yakub Efendi ile fiilî, fikrî ve hissî beraberlik ve yakınlığımın asıl sebebi işte bu son noktadır. Tarihimizin “İkinci Fetret Devri” diyebileceğimiz Sultan Abdulhamid Hazretleri’nden M. Kemal Paşa devrine ve hatta günümüze kadar devam eden çetrefil, kasden muammalaştırılmış tarihî ve siyasî hadiseler üzerinde öyle derin bir vukufu, öyle keskin bir görüşü vardı ki; hayran olmamak kaabil değildi. Çeşitli vesilelerle beni bu gibi bahisler üzerinde dinledikten sonra dâima şöyle derdi:
“-Şeyh-ül İslâm Sabri Efendi’nin keşfen vâsıl olduğu hakikatleri, sen delillendirmişsin!”.
Kendimden daha Osmanlı hayranı bir adamı göstermek mevkiinde veya mecbûriyetinde kalsam, hiç şüphe etmeden Ali Yakub Hoca derdim. Mısır’da, Osmanlı hanedanının fevkalâde dirâyetli mensubu olan Şehzâde Mahmud Şevket Efendi ile sıkı bir dostluğu vardı. Ecdâdının, Osmanlıların himmeti sayesinde İslâm’a dâhil olmuş bulunmasını dâima büyük bir minnettarlıkla yâd eder ve bu Hanedana toz kondurtmazdı. Merhum Şehzâde Mahmud Şevket Efendi’nin ona “Kıymetkâr eski aziz dostum!..” hitabı ile başlayan sayısız ve pek tafsilâtlı mektuplarından yirmi altı adedi şahsî arşivimizin müstesnâ vesikaları arasında mahfuz bulunmaktadır.
Osmanlıya teabbüdkârane bir sûrette bağlı bulunan bu büyük âlim ne yazık ki; ilk gençlik yıllarında ülkesindeki komünist katliamına şahid olmuş pek çok yakınlarının şehadetini görmüş olmak sebebiyle ve biraz da mîzacının tesiriyle merdümgiriz bir insandı. Buna eklenen mahfiyatkâr tavrı dolayısıyle ciddi bir eser bırakmamış ve meydan-ı cidâle atılmamıştı. Buna rağmen şuuraltı hep bu arzu ile dolu olduğu için, büyük bir teveccüh ve takdir ifadesiyle bana dâima “Şeyh-ül Mecânin”, yani mecnunların şeyhi diye hitab ederdi. Bunu söylerken yüzündeki ifade ve ses tonu hâla hafızamda dipdiri durmaktadır. Bir târizden ziyâde iştiyak ifâdesi taşıyan bu hitabdan ben de her defasında ayrı bir lezzet duymuşumdur.
Benim, aziz vatandan zarûri ayrılışımdan sonra, âdeta öksüz kalan büyük oğlum Abdullah Sünûsi, mes’ud bir tesâdüfle, aynı apartmanda altlı üstlü oturma bahtiyarlığına ermiştir. Ali Yakub Hoca geçirdiği hayatın tabii bir icâbı olarak bedbindi. Bana:
“-Sen çok mütefâil (nikbin, iyimser) bir insansın. Bu sebeble rûhen sıkıldığım zaman senin sohbetine ihtiyaç duyuyorum!.” derdi. Bu yüzden gaybûbetim üzerine, O’nun hayatında bir boşluk husule geldiğini tahmin ederim. Bu boşluğu arada sırada fıkhî mes’ele sormak bahânesi ile Almanya ve İngiltere’den telefon ederek gidermeye çalıştım ve bir çok kereler kendisine hergün beraber olduğu oğlumu kasdederek:
“-Yerime vekil bıraktım!..” dedimse de Sünûsi’nin O’nu tatmin edip kendisine, birşey verebildiğini sanmıyorum. Lâkin, benim sevk-i kaderle- yapamadığım ilmî ve fikrî rehberliği oğluma yapmış ve ona pek çok şey vermiştir. Bu bakımdan da kendisine minnettarlığım sonsuzdur.
Balkan kırlarından tohum çatlatıp kök salan, Mısır’da Osmanlı bakiyesi müstesnâ âlimleri füyûzatıyla gelişen bir ulu çınar gibi tarihimizin müstesnâ miraslarından biri olan bu büyük âlimin vefâtı, hüzün dolu gurbet hayatında aldığım en mahzun edici bir haber olmuştur. O’nun kendi tâbiriyle “dâima nikbin” olan ve her şeyde bir hayır görebilen kendimle birlikte, vatanda bir nevî gurbet hayatı yaşayan oğlum Abdullah Sünûsi ve bütün sevenlerini teselli edecek bir söz bulamıyorum.
Mevlâ nihâyetsiz rahmetine müstağrak kılsın!..
Dr. Necdet Yılmaz, Ali Yakub Cenkçiler Hatıra Kitabı, İstanbul: Dârülhadis 2005, s. 107-111.