EMİN SARAÇ HOCAEFENDİ
İLE “ALİ YAKUB ABİ”Sİ ÜZERİNE
Konuşan:
Necdet Yılmaz*
Hocam, Mısır’a gidişiniz ve burada Ali Yakub Efendi ile karşılaşmanız nasıl oldu?
Biz 1950’nin bidayetinde, hatta seçimler henüz olmamıştı ki, o seçim hengamesinde Türkiye’den çıkıp Bağdat’a gittik. Biz Bağdat’ta iken seçim olmuştu. Burada iken müjde haberini duyduk. İslâm dünyasında, hele ezân-ı Muhammediye’nin Arapça okunması büyük bir hadise olmuştu. Ondan sonra Şam’a gittik. Şam’a gittiğimiz zaman Ramazan-ı şerifti. Ramazan’da birkaç gün kaldıktan sonra oradan vize aldık, Mısır’a gittik.
Mısır’da ilk ziyaret ettiğim kişi Zâhid Efendi (Zâhid Kevserî) olmuştur. Zâhid Efendi’ye birinci defasında değil de ikinci defa gittiğimde, “kimlerle görüşeceğim, bilmiyorum, canım sıkılıyor” filan diye sordum. Zîrâ ben akranlarımla, talebelerle değil de yaşlı insanlarla, hocalarla görüşmeyi daha çok severdim, öyle bir tabiatım var. Zâhid Efendi bana; “Sultan Mahmud Medresesi’ne gideceksin. Orada Ali Yakub Efendi isminde bir şahıs göreceksin. O sana abi de olur, arkadaşda… her şey olur. Onunla görüş” dedi.
Ben de oradan çıktıktan sonra bindim bir tramvaya, doğru Sultan Mahmud Medresesi’ne gittim. İçeri girdiğimde akşam namazı vakti oldu. Namazdan sonra odasına vardım. Ampulü odasından dışarı çıkarmış, elinde bir kitap mütalaa ediyordu. Selam verdikten sonra, “Ben Emin Saraç” dedim. “O… ehlen ve sehlen” diyerek karşıladı. “Bana Zâhid Efendi sizin isminizi verdi” dedim. Sanki 50 senelik ahbabmışız gibi görüşmeye başladık ve devam ettirdik.
Ali Yakub Efendi’nin o medresede bulunma sebebi neydi?
Orada oturuyordu. Kendisi üniversite kütüphanesinde vazifeliydi. Şarkiyat Fakültesi’nin görevlisi olarak Arapça, Farsça ve Türkçe kitaplar onun elinden geçiyordu.
İşte o tarihten itibaren akşamları görüşür, sağa sola giderdik.
Perşembe günkü ilk vazifemiz Mustafa Sabri Efendi’ye gitmekti. İkindiden sonra ya bana gelir, ya ben ona giderim. Akşam ve yatsı namazını orada kılardık. Zaman gelir beni imamete geçirdikleri olurdu.
Ben Zâhid Efendi’ye Cuma günü saat dokuzda giderdim. Cuma namazı vaktine kadar beraber olur, kendisinin okutmak istediği şeyleri okurduk.
Ali Yakub Abi’yle aynı zamanda Osmanlı Şehzâdelerinden Sultan Aziz’in oğlu Seyfeddin’in oğlu Mahmud Şevket Efendi’nin evine giderdik.
1956 yılında İsrail ile bir harp oldu. Ali Yakub Abi bize geldi. O günlerde bizden çıkmadı. Evimizde birbirimizi teselli ederek bir hafta kaldı.
Sultan Mahmud Medresesi’nin nâzırı olan Yozgatlı İhsan Efendi’ye de giderdik.
Ali Yakub Abi bana, o günlerde, “İnşaallah, İstanbul’a gitsek, aynı mahallede otursak da, böyle tez tez görüşsek” demişti.
Mısır hariciyesi, Türkçe’yi iyi bildiği için 1956 senesinde, kendisini Ankara Sefareti’ne istedi. Kahire Üniversitesi de vermek istemedi. Yazışmalar iki-üç sene sürdü. Nihayet hariciye ağır bastı. Sefarete geldi. Bir müddet burada bulundu.
Hocaefendi sâlih, takî ve zâhid insandı. Berbat ve perişanlıklar meydanı olan sefaretteki gidişattan memnun olmadı. “Herkes kendi kesesini düşünüyor. Hediyeler…” Neticede bir gün Sefire kızıp istifa ederek İstanbul’a geldi. Buraya geldiği zaman bir sene Abdurrahman Gürses Efendi’nin evinde misafir olarak kaldı. Bu esnada Topbaşların Bahariye ismindeki fabrikasının muhasebe işleriyle meşgul oldu. Akşamları Abdurrahman Efendi’ye gider, Abdurrahman Efendi de bu arada ondan istifade ederdi. Bir sene sonra, Muammer Hanım isminde, bu semtte oturan, evi olan, kocası ve 15 yaşında olan tek oğlu ölmüş bir hanımla evlenmesine teşebbüs edildi. Bu evlilik nasip oldu. Böylelikle 47 yaşından sonra evlenmiş oldu.
Ali Yakub Hoca muhibb-i Osmanlı’ydı. Çok samimi bir Osmanlı’ydı.
Tûbâ Kız Kur’an Kursu açıldığı zaman, oranın kurucusu olan şahıs bana geldi, “Arapça okutacak, şunu okutacak, bunu okutacak bir hoca istiyoruz” dedi. Ben de ona, “onlara ders okutacak kimse babaları çağında birisi olsun. Benim gibi genç olmasın” dedim. Aldım Ali Yakub Abi’ye götürdüm. Durumu anlattım. “Ali Yakub Abi bu işi sen yap” dedim. Tek kuruş almadan, evinden yürüyerek gidip gelmek suretiyle tam 17 sene buraya devam etti. Para almamasının gerekçesi için de şunu söylerdi: “Ben, bizim sebeb-i saadetimiz olan Osmanlı’ya karşı şükür borcunu ödüyorum. Bu benim şükür borcum. Çünkü onlar gelmeselerdi, ben bugün bir katolik olarak kalacak ve gavur olarak ahirete gidecektim. Osmanlı geldi. İslâm meşalesini yaktı. Biz de onun nuruyla nurlandık. Onların çocuklarına, torunlarına öğretmek bir vecibe-i şükraniyemdir.”
Ancak öğlen yemeğini talebelerle beraber yediyse o kadar.
Nihayet Haseki’de ders vermekle ilgili, Tayyar (Altıkulaç) Bey bizim kapımızı çaldığı zaman, “Ali Yakub Abi’yi alırsanız ben de gelirim” dedim. Başladık, devam ettik. Fakat oradan ayrılmak hususunda, “bu yaştan sonra ahlâkımızı bozacaklar Hafız Emin” dedi. Bana “Hafız Emin” derdi. “Biz burdan ayrılacağız” dedi. Hatta ikinci devrenin arasında kızmıştı. “Bunlardan ayrılmamız lazım” dedi. Kursiyerler mezun oldular. Ders başlayacak, bana telefon etti; “Bak, sana gelirlerse, ben reddettim, sen de reddedeceksin” dedi. Ben de; “Ali Yakub Abi! Seninle beraber girdik. Sen ayrıldıktan sonra ben zaten kalmam” dedim.
Ali Yakub Abi centilmendi. Her ne kadar fabrikada çalıştıysa da, fabrikadan çıkar yürüyerek Edirnekapı’daki camide talebelere ders okuturdu. Ondan sonra Emir Buhârî Camii’nde haftada bir defa, İhyâu ulûmi’d-din okutur sonra Farsça isteyenlere Farsça, Osmanlıca öğrenmek isteyenlere Osmanlıca, -kız erkek durmadan- ders okuturdu.
Hangi dilleri ne derece bilirdi?
Bir defa Osmanlıca’yı çok iyi bilirdi. Arnavutça ana dili idi. Çok yüksek bir seviyede Arapça bilir ve yazardı. Fransızca’yı çok iyi bilirdi. İngilizce’yi bilirdi. Slavca ve Farsça bilirdi.
Çok mütevazi idi. Bir mesele olduğunda bana sorardı. “Ya Abi! Biliyorsun işte. Bana niçin soruyorsun?” derdim. “Yok sen söyle bakalım” derdi.
Ahlâk-ı fâzıla ve zühd sahibi idi. Dünyalığa hiç iltifat etmemiştir.
Hocaefendiler kendisini çok sevmiştir; Mustafa Sabri Efendi “Veledî el-azîz” (aziz oğlum) diye kitabına tescil etmiştir. Mustafa Sabri Efendi’nin dört ciltlik Mevkifu’l-akl ve’l-ilm ve’l-âlim isimli kitabının müsveddesini temize çekip matbaaya verilecek hale getiren odur. Mustafa Sabri Efendi bu durumu kitabın birinci cildinde anmaktadır. (Bk. Mustafa Sabri, Mevkifu’l-akl ve’l-ilm ve’l-âlim min Rabbi’l-âlemîn, I-IV, Kahire 1369/1950, I, 79-80, 1 nolu dipnot).
Ali Yakub Abi’de zühd ve sehâ vasfı vardı. Elinde olduktan sonra vermek onun en sevdiği şeydi. En sevdiği şeylerden birisi de vefâkârlıktı. Bir kimsenin iki vasfı olursa onun yanına yanaşmak bile istemezdi. “Bu insan vefâsızdır” der, ona yaklaşmazdı.
Ali Yakub Abi, bir ansiklopedi idi. Çeşitli ilimlerle ilgili hangi kitabı alsa onu müzakere edip anlatacak kudrete sahipti. Eline aldığı bir kitabı tedris edecek kudreti vardı.
Oğlum Yekta (Prof. Dr. Yekta Saraç), daha İmam Hatip’de iken, ona Terkîb-i Bend’i ve Tercî-i Bend’i okuttu. Ayrıca Pîrizâde’nin İbn Haldun Mukaddimesi’nden beş sayfa okuttu. “Bu beş sayfa kendisine yeter. Çünkü buradaki Osmanlıca çok kuvvetlidir.” dedi. Nitekim, Yekta eğitimi boyunca daima başarılı olmuştur. Geçenlerde, “hâlâ bir kudretim varsa Ali Yakub Efendi’nin bana öğrettiği Osmanlıca sayesindedir” dedi.
Ahlâk-ı hamîdesi vardı, kerim idi. Osmanlı rûhâniyeti kendisine hakimdi. Osmanlı’ya karşı toz kondurmak istemezdi.
Küçüklük ve cocukluklarına dair anlattıklarından hatırladıklarınız var mı?
Babası Yakub Efendi’dir. Babası ile amcası Fâtih’de okumuştur. Hatta her ikisi de Sultan Abdülhamid zamanında, Yunanistan’la bir harb edilecekmiş. O harb için gönüllüler yazılmış, o gönüllüler içerisine Ali Yakub Abi’nin babası ile amcası da, hiç kimseye sormadan yazılmışlar. Sonra bu durum memleketleri Gilan’da hemen duyulmuş. Annelerine; “sen neden iki çocuğunu birden yazdırıyorsun? İstanbul’da bunca zaman okuttun. Hocaefendi oldular.” demişler. O zaman İstanbul’a gidip okumak büyük bir hadise. Anneleri de akşam üstü çeşmeden geliyormuş. Sırtında su var. Su kaplarını bırakıp Arnavutça (Türkçe de bilmezmiş) olarak; “İnşaallah bu iki evladım da şehid olur, ben de şehid annesi olurum” demiş.
“İşte Osmanlı bu ruhu aşılamıştır. Hani şimdi var mıdır böylesi?” derdi.
Sonra annesi, babası “hadi bakalım oğlum, Türk’ün şartı kaçtır?” diye sorarlarmış. Türk’ün şartı demek İslâm’ın şartı demektir. Onların nazarında Türk eşittir İslâm demekmiş. Türk deyince İslâm akla geliyor.
Ali Yakub Abi, İkinci Cihan Harbi’nden evvel Mısır’a gitmiş, orada tahsilini tamamlamıştır. Ezher’i bitirdikten sonra Üniversite Kütüphânesi’nde vazifeye başlıyor.
Vazifesi esnasında, yemezdi, içmezdi. Aylarca oruç tutardı. Abisine, kardeşlerine para göndereceğim diye bin bir sıkıntıya katlanırdı.
İbrahim Bey (Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu), Ali Yakub Abi’ye gönderdiği mektuplarına Evliyâm diye başlık koymuştur.
Hocam Ali Yakub Efendi ile beraber bir umre seyahatiniz de olmuş galiba. Gaziantep’te bir yere misafir olmuşsunuz.
İki otobüs dolusu insan olarak umreye gidiyorduk. Gaziantep’de birisi evine götürdü. Büyük bir salonda bize bol miktarda lahmacun, ayran, tatlı ikram etti. Ali Yakub Abi yüksek sesi ve neşeli konuşmasıyla şöyle dedi:
Bu ev sahibi sağda solda, ben şöyle ikramda bulundum, böyle ziyafet çektim diye konuşur. Size bir hikâye anlatayım: Bir insan varmış, başı çok büyük. Başına uygun bir fes arıyor. Bir türlü bulamıyor. Neticede bir yerde bulmuş. Dükkan sahibi ona: Hoca bunu al, böyle büyük fes başka hiçbir yerde bulamazsın, demiş. O da dükkan sahibine: Sen de bundan daha mütenasip bir baş hiçbir yerde bulamazsın, demiş.
Ali Yakub Abi bu hikayeyi kendisine has güzel sesi ve yorumuyla anlattıktan sonra ev sahibine: “Bilesin ki, böyle bir cemaatı sen de hiçbir yerde bulamazsın”, dedi.
Mehmet Zâhid Kotku Efendi kendisine; “Ben yeni yazılan kitapları mütalaa edemiyorum. Muhammed Kutub’un Şübühât-ı havle’l-İslâm’ını okut”, demiş. Bir de sopa ayarlamış.
Eskiden hocanın elinde uzunca bir sopa olurdu. Uyuyan olursa bununla başına vururdu. Sopayı da yanına koymuş ve; “eğer biz de uyursak başımıza bununla vuracaksın”, demiş.
Ali Yakub Abi, “Hoca Efendi öyle mübarek insan ki, bizi hoca yaptı kendisi de başı önünde önümüze çöktü. Bu hal kesb ile olmaz. İnsan uğraşarak bu derece mütevazi olamaz. Yüksek sesle talebe okutmaya alışmışım amma, böyle faziletli bir insana hitab etmek kolay değil. Anlatırken sıkılıyorum. Bu arada hacca gitti, hacdan sonra sağa sola götürdüler. Ben de bu işten kurtuldum. Mübarek insan, sen melek misin nesin?” diye anlatmıştı.
Ben memleketten İstanbul’a geldiğim zaman şu camide (Fâtih) fazîlet timsâli ne büyük insanlar vardı. Başmüezzin dersiâmdandı. Başkayyım burada 65 sene hizmet etmiş, müderristi. Bir köşede Hüsrev Efendi haftanın altı yedi günü ders okuturdu. Hidâye, Buhârî-i şerif, İhyâu ulûmi’d-dîn, Risâle-i Kuşeyriye, Şifâ-i şerif okutulurdu.
Kemal ehlinden saydığı, görüp konuştuğu kimler vardı?
Medine-i münevvere’de Sami Efendi’ye intisab etmişti. Sami Efendi de kendisine halife tayin etmeyi arzu etti. Fakat Ali Yakub Abi böyle bir şeye yanaşmadı. “Bu bir mes’uliyet-i azîmedir, benim kaldıracağım iş değildir” dedi.
Mehmet Zâhid Efendi’ye de çok yakındı. Zaten Mehmet Efendi ile Sami Efendi memleketin iki tane mürşid-i kâmili, meş’ale-i ilâhiyesi idi. İkisi de büyük hizmet görmüşlerdir. Birbirinden ayırmak doğru değildir. Ben her ikisini de Resûlullah Efendimiz’in Mescid-i Nebevisi’nde sofranın başında birisi bir tarafta birisi bir tarafta olduğu halde gördüm. Onun için benim de gönlümde bu iki zata karşı son derece istisnâî bir muhabbet vardır. Ehl-i sünnet yolunda, irşad makamında, milletimize ibadet zevkini aşılayan, camilere cemaati toplayan insanlardır.
Onların vefatlarından sonra Ali Yakub Abi, “Ben eslâfın yetîmiyim, yetim kaldım” derdi. Akran ve emsalinden kimse kalmamıştı.
Ali Yakub Efendi ile Ahmed Davudoğlu Hoca da arkadaştı galiba?
Her ikisi de Mısır’da aynı devirlerde okumuşlardır. Birbirlerini son derece severlerdi. Birisi Yugoslavya’dan birisi Bulgaristan’dan hicret etmiş kimselerdi.
———————————————————————–
Dr. Necdet Yılmaz, Ali Yakub Cenkçiler Hatıra Kitabı, İstanbul: Dârülhadis 2005, s. 49-56.
* Dr., Tasavvuf Tarihçisi.