اِتَّقِ اللهَ، وَ لاَ تَحْقِرَنَّ مِنَ الْمَعْرُوفِ شَيْئاً، وَلَوْ أَنْ تُفْرِغَ مِنْ دَلْوِك فيِ إِنَاءِ الْمُسْتَسْقِى، وَأَنْ تَلْقَى أَخَاكَ وَوَجْهُكَ إِلَيْهِ مُنْبَسِطٌ، وَإِيَّاكَ وَإِسْبَالَ الإِزَارِ فَإِنَّ إِسْبَالَ الإِْزَارِ
مِنَ الْمَخِيلَةِ وَ لاَ يُحِبُّهَا اللهُ وَ إِنِ امْرُؤٌ شَتَمَكَ وَ عَيَّرَكَ بِأَمْرٍ لَيْسَ هُوَ فِيكَ فَلاَ تُعَيِّرْهُ بِأَمْرٍ هُوَ فِيهِ، وَدَعْهُ يَكُونُ وَ بَالُهُ عَلَيْهِ وَ أَجْرُهُ لَكَ، وَ لاَ تَسُبَّنَّ أَحَدًا
“Allah’tan kork. En ufak iyiliği, yani şerîat ve aklın cevaz verdiği şey pek az ise de onu küçümseme ve hor görme. Kuyudan su çekerken elindeki kova, su için gelmiş olan başka birisinin kabına dökülmüş olsa bile, bu hâl iki tarafa göre de iyiliktir. Din kardeşlerinden birisine güler yüz ve tatlı söz ile karşılk verdin ise bunu değersiz güzelliklerden addetme. Aman, aman üzerinizdeki örtünün uçlarının gelişi güzel yerlere doğru salıverilmesinden sakınınız. Kibirden kaynaklanan bu hâli Hazret–i Allah sevmez. Sende olmayan bir ayıpla seni yeren ve sana sövenlere, onlarda hakîkaten bulunduğu halde, o ayıp ile karşılık verme, onları yerme ve onlara sövme. Bırak vebâli onun, ecri senin olsun. Gâyet sakınılacak şeylerden birisi de, bir kimseye sövmektir. Aman bundan da son derece sakın!”[1]
Hazreti Peygamber devrinde izâr denilen omuz havlusu gibi bir sargı kullanılırdı. Kibirli Araplardan bazıları, onun uçlarının yerde sürünmesini büyüklük vesilesi sayarlardı. (Tıpkı, Mısır’da günümüzdeki âlimlerin eteklerinin yerleri süpürdüğü gibi… Ulemânın âdeti öyle imiş! Mümkün değil, söz geçirilemedi gitti!)
İnsanın cehaletinden, düşünme kabiliyetinin eksikliğinden doğan kibrin sebepleri, asrın mîzâcına ve milletlerin tabiatlarına göre değişiklik gösterir. O vakit Araplar arasında öyle imiş, asrımızda ise başka türlüdür. İnsan evinde, giyiminde her hâlinde edep kaidelerini gözetmeli ve orta yolu tutmalıdır. Akrânıyla aynı âhenk ve renkte yürümelidir. Kibirli, kendini büyük gören ve kendi kendini aldatan kimse bir fakîr, bir miskindir. Böyle bir kişi, milletinin gözünde kendisinin yüksek ve hürmete layık bir mevkide tutulmasını sağlayacak olan duruma uygun olmayan yollara başvurdukça, insanların anlayışları onu hakiki konumuna indirir, zelîl eder.
Bir kimsenin hakîkî kıymeti ile tanınması, esasında kıymetsizliğe sebep olacak bir durum değildir. Fakat bazen kişi kendine gayet yüksek bir bedel takdir eder ve aldanmış olur. Buna karşılık, kendisine değerinden daha az paha biçildiğini gördüğü vakit ise, kendisinin noksanlığını kestiremeyerek, bu işi halkın anlayışsızlığına yorar veya kasten düşmanlık olsun diye kendisini düşkün hale getirmek istedikleri manasını çıkartarak boş yere yanar tutuşur. Ateş misali alev saçan gazabıyla, başkalarının kalb evinde de yangın çıkarmak ister. İşte o vakit sû-i zan, hased, intikâm gibi etkenler de acı ve keder doğuracağından, göğsü bir ateşgede [içinde devamlı ateş yanan mecûsî tapınağı]] hükmünü alır. Rahatı kaçar, sağlıklı düşünemez; değil âlemden hatta hayatından bile razı olmaz bir hale gelir. Hazîn, üzgün, tatsız, tuzsuz bir ömürle zamanını geçiştirir.
Neticei kelâm; yazık değil midir ki, Tûbâ ağacının gölgeliği hükmünde olan Hazreti Peygamber’in sancağı altında, güzel ahlakı vesilesiyle Rıdvân cennetin gül bahçesi gibi zemînin renkli, hoş kokan çiçeklerle süslü, üzerinde hoş manzaraların sunulduğu bir yer olması lâzım gelen mü’minlerin kalbi, nefsânî arzuların etkisiyle cehennemde harâb olmuş bir yere dönsün!
—————————————————————————————————————-
Mehmed Ârif Bey, BİNBİR HADÎS-İ ŞERİF ŞERHİ (Prof. Dr. Selahattin Yıldırım), İstanbul: Dârülhadis, 2013, s. 58-60.
[1] Suyûtî, hadisin Ebû Dâvûd et-Tayâlisî’nin Müsned’i ile İbn Hibbân’ın Sahîh’inde Câbir b. Süleym el-Hüceymî tarafından rivayet edildiğine işaret etmekle yetinmiştir. Bu zatın Süleym b. Câbir olduğu da söylenmiştir, ancak Buhârî’nin de dediği gibi, birincisi daha doğrudur. Münâvî, hadisin sıhhati hakkında şunları söyler: el-Hüceymî, Benî Hüceym b. Amr b. Temîm’dir. Basra’ya yerleşmiştir. Kendisinden İbn Sirîn ve diğerleri rivayette bulunmuşlardır. Bu zat şöyle demiştir: Resûlullah’a dedim ki: Bizler yerleşim yerlerinden uzakta, çöllerde yaşayan bir toplumuz. Allah’ın kendisiyle bizi faylandıracağı şeylerden bize de öğret. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) bu hadisi irad buyurdu. Suyûtî’nin hadisi Ebû Dâvûd et-Tayâlisî’den başkasının tahric etmediği istikametindeki değerlendirmesi isabetli değildir. Çünkü Ebû Dâvûd et-Tayâlisî dışında Ebû Dâvûd, Neseî, Ahmed b. Hanbel, Beğavî, İbn Hibbân, Taberânî, Ebû Nuaym, Beyhakî, Ziyâuddin el-Makdisî gibi muhaddisler, eserlerinde farklı lafızlarla da olsa hadisi tahric etmişlerdir. Nevevî, hadisi Ebû Dâvûd ile Tirmizî’nin sahih bir senedle tahric ettiklerini söylemiştir. Kaynaklar için bkz. Ebû Dâvûd, Libas 25; Dârimî, Rikak 54; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 63, 64; Ebû Dâvûd et-Tayâlisî, Müsned, s. 167, h. no: 1208; İbn Hibbân, Sahîh, II, 279, 281; Beğavî, Şerhu’s-Sünne, h. no: 3504; Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, s. 403, h. no: 1182; Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr, II, 206; Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, I, h. no: 116; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I, 43, h. no: 83.