SORU VE CEVAPLARLA MEVLANANIN ESERLERİNDEN BİR KONU BİR HİKÂYE III

DÜNYA ŞEHRİ

-Merdivendeki iki  temel  tipi; hamları  ve  olgunları  kısmen   tanıdık. Şimdi de bu  iki tipin, görevli  olarak  gönderildikleri  bu  dünya karşısındaki  tutumlarını   öğrenelim.

-Ham insanlar  bu  dünya şehrinde yolcu  olduklarını unutup  kendilerini  kalıcı  sanırlar. Çocuklar gibi  kendilerini oyuna  eğlenceye öylesine  kaptırırlar ki akıllarına  ne asıl  memleketleri  gelir ne  de    kendilerini gönderen  padişah..Aslını  hatırlama da  ruhların olgunluğuna  göre  değişir. Bu durum kafir ülkelerinden  müslüman illerine  getirilip satılan kölelerin  haline  benzer. Bunların bazısı  iyice  küçük, bazısı beş, bazısı  10-15 yaşındadır.  Küçük çocuk  müslüman bir aile  yanında  terbiye  edilir ve  yaşlanırsa,kendi  yurdunu  tamamen  unutur, aklında  oraya  ait  hiçbir şey  kalmaz. Daha  büyük olan  az bir şey  hatırlar. Ama  iyice  büyük getirilen  kişinin  orayı  unutması  mümkün değildir. İşte  elest meclisinde  de:”Ben sizin  Rabbiniz değil miyim” diye  sorulan ve “evet” cevabı  veren ruhlardan kimisi bu  aleme  çocuk gelmiştir ve  orada verdiği  sözü  de o  alemi  de tamamen unutmuştur.Bunlar kafirlerdir. Oraya  ait az bir şey  hatırlayanlar  müminlerdir.  O  kelamı  işittiklerinde  aradan perde  kalkıp  bu sözü   ikinci  defa  duyanlar  ise  velilerdir. (F.104)

Diğer taraftan insanların  çoğu asıl  vatanlarını  unutmaktan başka     kendilerine  orayı  hatırlatanlara da    düşman  kesilirler. Sap ve saman yeri  olan  dünya    ahırına  gönül  bağlayanlarla    gözü  daima ötelerde olan yüce  ruhların onlar  arasındaki  durumu  aşağıdaki hikayede anlatılan   eşek ahırına  düşmüş zavallı  ahunun  durumuna  benzer:

Ahu  eşek ahırına  düşerse!

“Avcının biri    nazlı bir  ahu  yakaladı  ve  onu götürüp   ahıra  kapattı. Ahır  öküz  ve  eşeklerle  doluydu. İçerdeki  pis kokudan zavallı  ahunun başı  döndü, bayılacak  gibi  oldu. Kurtulmak  için   sağa  sola  koştu  ama kapılar  sımsıkı  kapatıldığı  için  bir çıkış bulamadı.. Ahır sahibi  akşam gelip    hayvanların  önüne  sap ve  saman döktü. Öküz  ve eşeklere  bu saman şeker  gibi  geliyordu ama  zavallı  ahu  samanı nasıl  yesin! Biçare    nice  gün o ahırda  aç kaldı, çile  çekti, karaya   vuran  balık  gibi  çırpındı durdu. Ahunun saman    yememesini  kibrinden zanneden   ahır  hayvanları  onun bu haliyle  eğleniyor  ve; vah,vah, senin  gibi saraylara layık bir  padişah nasıl oldu da buraya  düştü, diyorlardı. Zavallı  ahu  kendisini  kınayan  yanı başında bağlı  eşeğe dedi ki:

– Saman yemeyişim  sanma  ki  kibrimden, gururumdan. O  sana  uygun  bir yiyecek  ama bana uygun değil. Ben çayırlıklarda   taze   otlar yiyerek     tatlı  sulardan  içerek  büyüdüm. Değil  saman yemek  ben kendi  yurdumda  taze lale,  sümbül  ve  reyhanları  bile  binlerce nazla niyazla   yerdim. Gerçi  şimdi  yerimden  yurdumdan  uzak  düştüm ama    benden ahu olma özelliği de kalkmadı ya!. Fakirim  ama  gözüm  fakir değil,  elbisem  eski ama ben yeniyim”. Eşek bu  sözlere  inanmadı  ve :”Gurbet garibe  böyle  saçma şeyler söyletir, bunlara  inanmak  için  delil  lazımdır, deyince ahu dedi ki:” Göbeğimdeki  şu misk    söylediklerimin doğruluğuna   şahittir. O misk sap ve saman yiyerek  olmadı, bunu bil! !(5/34)”

 

 

-Bu hikayde  dünya  nimetleri  sap , saman yerine  konmuş, bunlar gerçekten  o  kadar  bayağı mı? Eğer  öyleyse  o nimetleri  ele  geçirmek  için didinip duranların emeğine  acımak  gerekmez mi?

– Evet, acımak ve şöyle  demek  gerekir: Ey  dünya aşığı! Arayan  elbette  bulur.ama  aradığın  şey bari  yorulduğuna  değse! Senin  halin   domuz  avcısının durumuna benziyor.. Bu zavallı   avcı  hem kendini  hem  atını hem de  köpeğini  domuz  peşinde  yormuş hasta  etmiş, bütün  oklarını  bu  uğurda  bitirmişti. Nihayet  hayvanı avladığında da   ne  eti ne  dişi ne  de derisinin  bir işe yaramadığını  öğrenmiş de leşini    kaldırıp  atmış,  emeğine  yanmıştır. (MS 64)Başka bir benzetmeyle de dünya tutkununun  hali davul avlayan tilkiye  benzer. Hani bir  tilki   ağaca asılı bir  davulun  dallar değdikçe   çıkardığı sesleri  duymuştu da  çıkardığı  sese ve  görünüşe  göre  ne  kadar  eti  olacağını  düşünerek  akşama  kadar  onu  elde  etmek  için  çırpınıp durmuştu. Nihayet  davulu  ele  geçirdiğinde  bir  diken  davulu patlatmış ve   eline onun   pis kokusundan  başka  bir şey  geçmeyen  tilki dünya aşıklarının  öleceği  geceki  ağlayışları gibi oturup  emeğine  ağlamıştı ( MS. 100)

-Bir şeyin değerli  olup  olmaması ancak  başka  bir şeyle  karşılaştırınca  anlaşılır. O halde  dünya  neye  göre  değerli  yahut  değersiz?

-Dünyanın  değersizliği  ahiret ve ahiret nimetlerine   nispetledir. Bazıları  dünya  peşinde  daha değerli  olanı  yitirirler. Bunların  durumu  kil  için  şekeri  feda  eden şu  zavallının  hikayesine  benzer:

 

Kil mi değerli  şeker mi?:Kil yeme  hastalığına  tutulan bir pisboğaz    şeker almak  üzere  şekerciye uğramış.  Onun kil zaafını  bilen hilekar  şekerci demiş ki;

Şekerim  iyi  cins  ama   tartıda  ağırlık  olarak  iki  parça  kil  kullanıyorum, haberin  olsun.

Böylece  kil lafıyla müşteriyi  kışkırtan şekerci   darayı  koyup  içeri  geçmiş ve küp halindeki   şekeri  kırmaya   başlamış. Fırsatı ganimet bilen müşterimiz de başlamış daradaki   kilden atıştırmaya.. Ama bir yandan da  görülme korkusuyla şekerciyi  gözlüyormuş. Şekerci olanın bitenin farkındaymış ya,bile bile   ağırdan alıyor ve  içinden de şöyle diyormuş : ”A cahil! Sen benim  görmemden korkuyorsun, bense  senin  az yemenden. İçeride meşgulüm ama   aptallığımdan değil, kurnazlığımdan. Kil şekerden  kıymetli değil  ya! Aman daha  çok ye.Daha  çok ye ki dara  hafiflesin ve şekerim bana  kalsın” (4/26 )    Anlaşılacağı  üzere dünya  nimeti  kil ise  ahiretinki  şeker. Şekeri  kile  değiştiren  ebleh  zarar ederken  kar  ettiğini  sanmakta.

 

-Madem ki  pek bir  kıymeti  yok, bu  hale  göre  dünya  zenginleri     gerçekte  pek  de zengin  sayılmasa  gerek !

-Pek tabii. Aza kanaat  edenlere  zahit  denilir ya..Aşağıdaki   nükteye  bak da gerçekte  zahitlik neymiş gör:

Hangisi  zahit: Bir sultan   fakir  bir dervişe:

-Hey  zahit,  diye seslendi.  Beriki:

-Hayır zahit  olan  sensin  ben değil, diye  cevap  verdi.

-Ben mi ! Bütün  dünya  benimken  ben nasıl  zahit  olabilirim.

– Hayır senin  dünyadan  payın  bir  lokma  bir  hırkadan  ibaret. Oysa dünya da  benim,  ahiret de. O  halde  zahitlik  sana  daha  çok  yaraşır. (F.28)

İlginç!Fakat nasıl  oluyor da   çok kimseye  kil  şekerden  ve  dünya  ahiretten  daha  değerli  görünebiliyor..

-Çünkü  dünya  hırsızdır  ama  pek tatlı  dilli ve  pek  gözbağcıdır.. Nice yiğitler  onun  tatlı  diline  güler  yüzüne   kapılıp gitmiştir. Şimdi de  bununla  ilgili  nüktemizi  görelim.

Dünya ömür kumaşının hırsızı:

Bir yerde   meddahın biri   ballandıra ballandıra      terzilerin  hilelerinden bahsediyor, onların     lafa   tuttukları  müşterilerinden nasıl  kumaş  aşırdıklarını anlatıyordu.  Hıtalı  bir Türk  bu hikayeleri   dinleyince  birden öfkelendi ve sordu:

-Söyle bana bu  şehrin hilede  en mahir  terzisi kimdir ?

-Ciğeroğlu  adında bir terzi  vardır ki  lafazanlıkta ve hırsızlıkta  ondan  üstünü  yok.” İddiacı  Türk:

-Bahse  girerim ki  ne  o, ne başkası   benden  değil kumaş bir iplik bile  çalamaz,dedi. Meddah onu  uyardı ve dedi ki:

– Kendine  bu kadar güvenme! Ben senden   daha  gözü  açık nicelerini  bilirim ki   onun hilesine  mağlup  oldular. Zarara  uğramaktansa , ondan  uzak  dursan daha  iyi edersin.

Bu tartışma  uzayınca Türkün  ayranı  iyice  kabardı ve ortalığa  şöyle dedi:

-İşte  atım, onun üzerine  bahse  giriyorum. Eğer o terzi  benden kumaş  çalabilirse    size  atımı  vereceğim. Ama ben galip  gelirsem sizden de   at  isterim.

Böylece  Türk ve diğerleri  bahse  tutuşup  ayrıldılar. Gece boyunca  Türk,  terzinin hayaliyle  uğraşıp  durdu, uyuyamadı. Aldanmamak  için  orada  nasıl  davranacağına dair planlar  yapıyor,planlar bozuyordu. Nihayet ertesi sabah   koltuğunun  altına   bir parça atlas kumaş  aldı ve  terzinin   yolunu   tuttu. Terzi   onu saygıyla   karşıladı  ve tatlı  diliyle    bülbül  gibi  şakımaya  başladı.Fakat aldanmamaya  niyetli  Türk   oralı  olmadı ve kumaşı  terzinin önüne  atarak emretti:

-Bundan bana  bir  savaş  elbisesi  biç,belden aşağısı  geniş  üstü  dar  olsun!

Terzi  ölçüp biçti  ve elbisenin ne kadar  kumaştan  çıkacağını  hesapladı. Bir yandan  bu işleri yaparken öbür yandan   geçmiş beylerle  ilgili  hoş  hikayeler anlatarak  müşteriyi  oyalıyordu. Söz ilerledikçe Türkte  içeri  girerkenki  hal  kalmamıştı, yumuşamış,  anlatılan  komik  şeylere    gülmeye  başlamıştı. Güldükce  zaten  çekik olan  daracık     gözleri  kapanıyordu.  Onun  gözleri  kapanınca  terzi    fırsatı  kaçırmadı ve  kaşla  göz  arasında   kumaştan bir parçayı  kesip  oyluğu  altına  sakladı. Birinci  hikaye  bittiğinde zavallı  Türkün  aklında ne  geliş amacı, ne de rehin  bıraktığı  atı  kalmıştı:

– Ne  olur bana bir hikaye  daha  anlat, diye yalvardı. Terzi   ilkinden  daha  komik bir  fıkra  anlatınca  bizimki gülmekten kahkahalara  boğuldu.  Tabii terzi de  bu arada  kumaştan   bir parça daha  götürdü. Anlatılan hikaye bitince Türk  tekrar :

– Ben ömrümde  senin  kadar tatlı  dilli bir adama  rastlamadım. Ömrüme  ömür kattın Bana bir  hikaye  daha  anlat, diye  yalvardı..  Terzi   ilk ikisinden  daha  komik bir  fıkraya   daha  başladı. Artık  Türk  iyice  kendini kaybetti ve sırt üstü  düştü, yerde  debelenmeye  başladı. Onun  bu halinden  faydalanan   terzi  büyücek bir parça daha  kesip  sakladı.Bir yandan da  içinden  diyordu ki: ” Vah, vah! Kârından zararından  haberi  olmayan bu  adamcağız     komik  şeylere ne kadar  da   düşkünmüş,  A zavallı, sen kendin masal  olmuş ömrünü  tüketip bitirmişsin;  hala  çocuk  gibi masala  eğlenceye  düşkünlüğün  ne  böyle! Sana  kendinden  daha  komik  ne  olabilir, bir düşün. Felek  terzisi  senin gibi yüz  yaşına girip de  hala  pişmemiş  çocukların  elbisesini  kesip biçer”. Hikaye bittiğinde Türk  dördüncü  defa  bir  fıkra daha  anlatmasını  rica  edince  terzi   artık  ona  acıdı  ve  şöyle dedi:

-Ey zavallı,  artık yeter. Bende  hikaye çok ama bir  hikaye  daha  söyleyecek  olursam     getirdiğin   kumaşdan  değil elbise bir  yelek bile  çıkmayacak. Eğer işin gerçeğini bilseydin  gülmek bir tarafa  kan  ağlardın.”(6/64vd)

İşte  dünya    o  terzi, şehvetler ve  güzel kadınlar  da  o  hikayeler gibidir; ömür ise   o atlas  kumaştır. Hüner o  kumaştan    bir ahiret  libası  çıkarabilmekte. (MS.15 )

O halde  asıl  israf  ömür  israfı !

Tam tamına  öyle.Mevlananın ifadesiyle:Azizim,israfı  sen birkaç kuruşun  harcanması yahut birkaç  eşek  yükü   buğdayın  hesapsız harcanması ya   da   miras malının  yiyip  içmeğe  harcanması  sanırsın.  Oysa .asıl  israf  ömrün  israfıdır, çünkü  bir saatlik  ömür   yüz bin dinarla   geri dönmez. (MS. 42)

Şimdiye  kadar  anlatılanları  okuyan bir  okuyucu  dünyaya  sırt  dönmek ve işten  güçten  el  çekmek   gerektiğini  düşünebilir. Acaba  maksat  gerçekten  bu mu?

-Elbette  hayır!

Peki, ama dünyadan maksat nedir?

-Dünyadan  maksat  şudur:

Çist dünya  ez Hüdâ  gâfil şüden

Ney kumaş u nukre  vü  ferzend  ü zen

Dünyadan kasıt ne kumaş, ne para,  ne de kız ve  oğlan sahibi  olmaktır.Dünya  insanın Haktan  gafil olmasıdır.

Yani, maksat işten güçten el etek  çekmek yahut çoluk çocuğa   karışmamak  değildir. Aslolan bütün bunların insanı  Haktan alıkoymaması, gaflete  düşürmemesidir. Yoksa helal yoldan kazanılan ve  hayra  sarfedilen  mal mümin için  aynı  zamanda  bir ahiret  azığıdır. Nitekim  Cenab-ı  Peygamber:”Salih kimse  için  helal mal nimettir” buyurmuştur.. Eldeki  imkanlar geminin  altındaki  su gibi  olmalıdır. Gemi hedefine su  sayesinde  gidebilir. Ama suyun geminin  içine  girmesi  onun batması  demektir. Bu durumda  nimet nimet olmaktan  çıkar  külfet haline  gelir. Yine de  dünyevi  nimetler  konusunda  fazla  obur olmaktan  çekinmelidir. “Zira görmez misin ki  dünyada  bir çok padişah   hizmetçilerinden  daha  az yaşar. Gül  bile bu  fani  sudan  fazla  içtiği  için      diğerlerinden  önce yapraklarını döker” (MS. 190)