Geleneği Olmayanın Geleceği Olmaz

Milletlerin kimliklerini ortaya koyma ve korumada dinden sonra en büyük etken geleneklerdir. Bir millet kimliğini ve kültürel bilincini gelenekleriyle sergiler, vitrine gelenekleriyle çıkar. Sosyologların taksimine göre gelenekler çok canlı, yarı canlı ve ölü gelenekler olmak üzere üç kısımdan ibarettir. Bunlardan aklın ve örfün doğru, iyi ve güzel bulduğu, genel ahlâk kurallarına uygun olanları (marûf) canlı tutmak ve yaşatmak, böyle olmayanları ise terk etmek gerekir. Marûf gelenekler bir yandan vahye dayanmakta olup diğer yandan ortak aklın ve evrensel hükümlerin kabul ettiği prensiplerden ibarettir.

Gelenek-görenek, örf-âdet ve töre kavramlarından her birinin içerikleri ve etkileri farklı olduğu için hepsini kapsayacak şekilde genel bir tanımlama yapmak hiç de kolay değildir. Bunlardan geleneği şöyle tarif edebiliriz: Gelenek uzun zaman toplumda yerleşmiş, halk tarafından benimsenmiş, insanların yaşantılarını ve davranış biçimlerini etkilemiş, yaptırım gücü olan değerler bütünüdür. (Kemâl Sandıkçı, Din ve Gelenek, s. 29).

       Gelenekler toplumsal hayatın ayrılmaz bir parçasıdır. Hem fert hem de toplum hayatını düzene sokma açısından büyük önem arz etmektedir. Çünkü fertler ve toplumlar gelenekler doğrultusunda hayatlarına çeki düzen verirler. Nitekim akla ya da dini hükümlere uygun olsun ya da olmasın âdetlerin tümü bir geleneğin tezahürüdür. 

       Kuran’da çirkin görülen, bu nedenle de terk edilmesi gereken âdetlerden bahseden birçok ayet vardır. Bir tanesi şöyledir: “Onlara Allah’ın indirdiğine ve resûle gelin denildiğinde babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter derler. Ataları bir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde değilseler de mi?” (Maide suresi, 104). Bir diğer ayet ise şöyledir: “İbrahim, babasına ve milletine: Neye tapıyorsunuz demişti. Putlara tapıyor, onlara bağlanıyoruz demişlerdi. İbrahim: Çağırdığınızda sizi duyarlar veya size bir fayda veya zarar verirler mi? demişti. Hayır, ama babalarımızı da bu şekilde ibadet ederken bulduk demişlerdi” (Şuara suresi, 72-74).

       Cenab-ı Hakk putperestlik vb. çirkin geleneklerin revaçta olduğu dönemlerden itibaren Hz. Peygambere gelinceye kadar toplumları ıslah etmek maksadıyla seçip gönderdiği elçileri vasıtasıyla insanları gülünç duruma düşüren, izzet ve onurlarını yok eden, aklın ve mantığın kabul edemeyeceği böylesine çirkin âdetleri imha etmiş, insanı yücelten güzel âdet ve gelenekleri yerleştirip ihya etmiştir. 

       Allah Teâlâ bir ayette peygamberimize hitaben şöyle buyurmaktadır: “Senden önceki salih kişilerin hidayetine tâbi ol” (Enâm/90). Bu ayetten anlaşılmaktadır ki vahyin kendisi de bir gelenektir. Hz. Âdem’e gönderilen din ile Hz. Peygambere gönderilen din arasında temel prensipleri itibariyle hiçbir fark yoktur. Bütün peygamberler tevhid esaslı tek bir dine bağlı olup şeriatları farklıdır. Bu konuyu açıklayan bir hadislerinde Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: “Ben dünyada da ahirette de Meryem oğlu İsa’ya daha yakınım”. Ashab “Nasıl ya Resûlellah?” diye sordular. Bunun üzerine Hz. Peygamber; “Peygamberler baba bir, ana ayrı kardeşlerdir. Dinleri birdir” buyurdu. (Buhârî, Enbiya 48; Müslim, Fezâil, 145). 

       Hz. Peygamberin gayesi vahiy merkezli bir Müslüman kimliği/kişiliği oluşturmak ve bu istikamette genelde bütün insanlığa, özelde ümmetine sağlam bir gelenek kazandırmaktı. Bunun için de hayatın her alanını tanzim etmeye çalışmış ve insanlara ilettiği mesajın örfe dönüşmesini sağlamıştır. Bir hadislerinde “Allah beni mekârim-i ahlakı tamamlamak ve (insanlara) güzel işleri (kazandırmak) için gönderdi” buyurmuştur. 

       Hz. Peygamber doğumundan ölümüne kadar insanın bütün hayatını, amel ve durumlarını kuşatan bir geleneği hedeflemiştir. Şöyle ki dünyaya gelen çocuğun kulağına ezan okunması, damağına tahnik yapılması, güzel bir isim konulması, saçlarının kesilip ağırlığınca altın tasadduk edilmesi, akîka kurbanı kesilmesi; büyüyüp kemâle erdiğinde evlenmesi, düğün-nişan törenlerinin sünnete uygun olarak icra edilmesi, yiyip-içmesi oturup-kalkması, tıraş olup saç-sakalına şekil vermesi, ibadet için mescide sağ ayakla ve dua ile girip sol ayakla ve dua ile çıkması, yolda karşılaştığı mümin kardeşlerine tebessüm edip selam vermesi, meşru davetlere icabet etmesi, hasta olanları ziyaret edip ölen kardeşlerinin cenaze namazına iştirak etmesi, eve besmele ile girmesi, evden çıkarken besmele ve dua okuyarak çıkması, tuvalete girip çıkmasına varıncaya kadar hayatın her alanını düzenlemiştir.  

       Müşrikler Selman-ı Fârisî’ye alaylı bir eda ile “Dostunuz size tuvalette nasıl oturacağınız gibi basit işleri mi öğretiyor?” diye sorduklarında Selman-ı Fârisî net bir şekilde iftiharla: “Evet, O bize tuvalette nasıl oturacağımıza varıncaya kadar her şeyi öğretiyor” diye cevap vermiştir. (Müslim, Taharet 262). 

       Her ne kadar dinin kendisi bir geleneği temsil ediyorsa da kaynağı, kapsam alanı ve sonuçları bakımından toplumun oluşturduğu geleneklerden farklıdır. Çünkü din Allah’ın kanunudur, gelenek ise toplumun. Diğer bir deyişle dinin kaynağı Allah, geleneğin kaynağı ise insandır. Ancak insan ve toplum üzerinde bıraktıkları etki ve müeyyide gücüne gelince geleneklerin yasalardan çok daha geniş bir alana hükmettikleri görülür. Öyle ki gelenekler, insanın doğumundan ölümüne kadar devam eden süreçte her alanda kendini hissettirir. Müeyyide gücü olarak da yasalardan geri kalmazlar.

       Bu konuyu şöyle açabiliriz: Dinimiz infakı, cömertliği ve misafire ikramı emreder, cömertleri över, cimrileri yerer. Ancak bir Müslümanın kendisini ve ailesini yoksullaştıracak, başkalarına el açacak durumlara düşmesini tasvip de etmez. Hatta malının üçte birden fazlasını vasiyet etmesine dahi izin vermez. Nitekim sahabeden Sa’d b. Ebî Vakkas malının üçte ikisin vasiyet etmek istemiş, Hz. Peygamberin olurunu alamayınca yarısını yapmak istemiştir. Bunu da çok bulan Peygamberimiz “Üçte biri de çok ama bu olabilir. Senin çocuklarını zengin bırakman başkalarına el açar halde bırakmandan daha hayırlıdır” buyurmuştur. 

       Abdullah İbni Abbas (r.a) bir yıl yanında hizmetçisi olduğu halde hac yolculuğuna çıkarlar. Yolculuk esnasında dinlenmek için gördükleri bir bedevinin çadırının önünde dururlar. Bedevi kendilerini tanrı misafiri olarak kabul eder. Ancak adamcağızın misafirlerine ikram edeceği keçisinden başka bir şeyi yoktur. Hanımına keçiyi kesip misafirlerine ikram etmeyi teklif eder. Hanımı keçiden başka bir şeylerinin olmadığını, onu da kaybetmeleri halinde perişan olup açlıktan ölebileceklerini söyleyerek keçilerinin kesilmesine şiddetle karşı çıkar. Bedevi hanımına, marûf olan âdet ve geleneğin gücünü gösteren şu ibretli sözü söyler: “Kadın! Misafire ikram etmemek bizim için ardır. Acından ölmek arından ölmekten daha iyidir.” Bedevi ile hanımı arasında geçen konuşmaları duyan Abdullah İbni Abbas hizmetçisine ne kadar paraları olduğunu sorar. Hizmetçi bin dirhem karşılığını verir. Yolculuk esnasında kendilerine yetecek kadarını ayırıp geri kalanını bedeviye vermesini emreder. Hizmetçinin “Efendim bunlar bedevidir, az bir şeyle de mutlu olurlar” demesi üzerine İbni Abbas şöyle der: “ Bu adam bütün varlığını misafirlerine ikram etti, biz ise yanımızdakinin ancak bir kısmını veriyoruz.” 

       Dinimiz böyle bir şeyi tavsiye etmez ancak haram da saymaz. Nitekim Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir dışında ashabından kimsenin bürün servetini bağışlamasını kabul etmemiştir. Fakat Hz. Ebû Bekir Efendimize de engel olmamıştır.

       Dinimiz doğru olmayı, her zaman doğru söylemeyi emretmiş, yalanı ve yalancılığı yasaklamış, doğruluğun insanı cennete, yalancılığın cehenneme sürükleyeceğini bildirmiştir. Müşrik Arap toplumu, insanın onurunu ayaklar altına alan her türlü çirkin işleri yaparken, helvadan put yapıp acıktığında putunu yiyecek kadar komikleşirken yalana tenezzül etmemiştir. Habeşistan’a hicret eden Müslümanları Mekke yönetimine teslim etmesi için kral Necâşî’nin huzuruna çıkan heyetin başkanı Ebû Süfyan, kralın peygamberimiz ve İslam hakkındaki sorularını cevaplandırırken peygamberimizin aleyhine yalan beyanatta bulunmayı düşünmüş, ancak Mekke’ye döndükten sonra arkadaşlarının yalan söylediği için kendisini ayıplayacaklarından çekinerek buna cesaret edememiştir. 

       Allah’ın birliğine, ahiretin varlığına, peygamberin ve Kuran’ın hak olduğuna inanmayan bir müşrikin doğru sözlü olma gibi bir meziyetini ahiret hesabına kendisine herhangi bir faydası olacağını kabul etmesek de bu hareketin bir fazilet olduğunu inkârda edemeyiz. Bunu insan onuruna yakışır bir fazilet saymamızı sağlayan şey kuşkusuz gelenektir. Bu da inkâr edilemez bir hakikattir.    

            Bizim milletimiz de misafiri aziz kabul etmiş, misafire yapılan ikramların berekete sebep olacağına inanmıştır. Bunun içindir ki Anadolu insanı elde ettiği ürünün en değerlisini yemez, aile efradına yedirmez, gelecek olan misafir için ayırırdı. Misafirin gelmediği günler için üzülür, misafirin gelişini sevinçle karşılardı.

       Toplumun ihdas ettiği gelenekler eğer İslam’ın emir ve yasaklarına ters düşmüyorsa bunların dinî bir değeri olduğu kabul edilebilir. Bu gelenekler dine aykırı olmayan yenilikler ise uygulanmasında bir mahzur olmaz. Çünkü din biraz da geleneklerle ayakta durur ve nesiller arası aktarıma sokulur. Esasında dini sadece farzlar ve haramlardan ibaret görmek, insan davranışlarını kısıtlamak olur ki, bu insanların dinden soğumasına ve dinî tezahürlerin zarar görmesine yol açabilir. Bidatlere kaymamak kaydıyla avam halk için mubah olan fiilleri fazla daraltma cihetine gitmemek gerekir. Böyle bir uygulama İslam’ın kolaylaştırılmış bir din olma vasfına aykırılık arz eder.

       Ülkemizde yaygın olan sünnet, mevlid, zikir, hatim törenleri, bayram ve kandil kutlamaları, ölüler hakkında yapılan bazı uygulamalar dinî zorunluluklar arasında yer almasa da halkımızın büyük bir çoğunluk tarafından uygulanan ve marûf kategorisinde görebileceğimiz geleneklerdir.   

       Ancak toplum yaşantısından kaynaklanan ve insan ürünü olan geleneklerle İslam’ın getirdiği vahiy ürünü olan değerlerin birbirinden ayrılması gerekir. Gelenekler hak ve batıl olanlar şeklinde iki kısma ayrılır. Bunlardan uyulması ve devam ettirilmesi gerekenler Allah’ın kitabına ve peygamberimizin sünnetine uygun olanlardır. “Bunlar Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların hidayetine tabi ol” (Enâm/90) mealindeki ayette geçen “hidayet” sözcüğü, genel hatlarını Allah’ın belirleyip insanlar arasında yerleşerek yaygınlaşmasını tavsiye ettiği, peygamberleri vasıtasıyla sağlam esaslara bağlanmasını sağladığı marûf olan geleneklerdir. Terk edilip değiştirilmesi gerekenler ise Allah’ın ve peygamberin muradına uygun olmayan, taassup düşüncesiyle atalardan tevarüs edilen geleneklerdir. Bu tür gelenekleri benimseyip sahiplenen toplumlar doğru veya yanlış; faydalı veya zararlı olduklarına bakmazlar, atalarımızın âdet ve gelenekleridir derler. Böyle toplumlar sevgi körü ve sevgi sağırı olan toplumlardır. Buna kör taassup denir. Bu taassup, menfaat ve aşırı sevgiden kaynaklanmaktadır.

       Hz. Peygamber ümmetini böyle bir hale düşmekten sakındırmış ve şöyle buyurmuştur: “Sevgin seni kör ve sağır eder” (Ebû Dâvûd, Edep 116). Sevgi körü ve sağırı olmamak için Müslümanlar olarak uymamız gereken birtakım kurallar vardır. Bunları; her şeyde olduğu gibi sevgide de ifrat ve tefritten uzak durmak, sünneti sevgiye rehber kılmak, sevgi körü ve sağırı olmamak, sevgiyi ve zıddı olan kini yalnızca Allah için beslemektir.

       Kaybettiğimiz hasletlerimiz: Bir zamanlar millet olarak çok güzel hasletlerimiz vardı. Bir köyde komşulardan birinin işi geri kalsa herkes onun işine el atar, kısa zamanda elbirliği ile işini hallederlerdi. İmece usulü ile komşular birbirlerine yardım ederlerdi. Yoksulluk yıllarında evlenecek olan genç erkekler köyde ceketi olan birinin ceketini düğün elbisesi olarak giyerlerdi. Genç kızlar sıra ile duvağı olan komşusunun duvağını takınırdı.

       Eskiden herkesin kapısında Allah’ın “Yâ Fettâh” ismi yazılır, kapılarda çift tokmak olurdu. Kapıya gelen erkek misafir büyük tokmağa vurur, evdekiler gelenin erkek olduğunu anlar, evde erkek varsa kapıyı erkek açar, erkek yoksa evin hizmetçisi veya hanımı tesettürüne bürünerek kapıyı o açardı. Gelen misafir kadın ise küçük tokmağı kullanır, evdekiler gelenin kadın olduğunu anlar ona göre vaziyet alırlardı. Evlerin camlarının önüne bir takım çiçekler konurdu. Çiçeğin rengi sarı ise bu evde bu sarı çiçek gibi sararmış hasta var, sokaktan geçerken yüksek sesle konuşup hastayı rahatsız etmeyin denmiş olurdu. Kırmızı çiçek varsa bu evde evlenmemiş genç kız vardır, sokaktan geçerken çirkin söz söyleyip de bu genç kızı utandırmayın denmek istenirdi. Gelen misafirin ayakkabılarının uç kısmı eve doğru çevrilmişse misafirliğinden hoşnut olduk tekrar bekleriz, ayakkabılarının uç kısmı dışa doğru çevrilmişse misafirliğinizden memnun kalmadık denmek istenmiş olurdu. Hâsılı eskiden hem edebiyat hem de edep vardı. Milletimize edebiyatı ile birlikte edebi de unutturuldu. 

Tamda şairin dediği gibi oldu:

Bize bir nazar oldu cumamız Pazar oldu,

Ne oldu ise bize hep azar azar oldu.

Başka bir şairimizin dediği gibi:

Dinsiz beşerin kalbi bugün gerçi taş oldu,

Başlar ayaklar altında ayaklar da baş oldu,

Lâkin bu fecî seyre dalmak yaraşır mı?

Bir müslüman artık bu sefîl ruhu taşır mı?. 

       

Peygamberimiz ümmetinin istikbalde geleceği durumu dile getirdiği bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Ümmetim kendisinden önceki ümmetlerin gidişatını karış karış, adım adım takip edip taklit etmedikçe kıyamet kopmaz” (Buhârî, İtisâm 14). Hadiste ifadesini gördüğümüz bu misâl, kör taklidin insanı veya bir milleti götüreceği iflas noktasını çok net ve çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Aynı zamanda bu hadis-i şerif, bir taraftan Müslümanlar arasında görülecek kimlik aşınmasını belirlerken diğer yandan bu kültür erozyonunun kimlerin etkisiyle nasıl gerçekleşeceğine de işaret etmektedir. 

      Altı asırdan fazla bir zaman içerisinde üç kıtaya hükmünü geçiren, üç semâvî din mensuplarını bir arada barış içerisinde yaşatan bir milletin evlatları kendi dinî ve tarihî değerlerinden koparılıp şarkılarla marşlarla uyutturuldu. Tarihte hiçbir millet bizim kadar zillete düçâr olmamıştır. Hiçbir millet bizim kadar kültür erozyonuna uğramamış, tarihi ile milleti ile kavgalı olmamıştır. Öyle ki, bir asra yakın zamandan beri aşk ve heyecanla bu milletin evlatlarına okutturulup dinlettirilen “Dağ başını duman almış” marşı İsviçre millî marşından Türkçe’ye tercüme edildiğini, “Bir başkadır benim memleketim” şarkısının İsrail marşı olduğunu bugün kaç memleket evladı bilmektedir acaba.

       Bir buçuk milyardan fazla nüfusa sahip olan İslam ülkeleri arasında ne yazık ki, ciddî bir siyasî, ticarî ve kültürel faaliyet yürütülememektedir. Vahyin merkezi olan Mekke ve Medine Avrupa ve uzak doğu ülkelerinin bitpazarı haline getirilmiş vaziyettedir. Dünyada nerde bir birliktelik, ittifak ve anlaşma varsa altında gayri Müslimlerin imzası vardır. Nerde bir fitne, tefrika ve fesat varsa onun altında da Müslümanların imzası görülmektedir.

       İngiltere parlamento binasının kapısının üstünde şu ifadeler bulunmaktadır: “İngiltere’nin sürekli dostları ve sürekli düşmanları yoktur. Sürekli menfaatleri vardır.” Mehmet Arif Bey’in ifade ettiği gibi; İngiltere’de bir çocuk beş yaşına geldiği zaman ona “Para İngiltere memleketinden dışarı çıkmaz, bir İngiliz’in parası bir yabancıya nasip olmaz” dersini verirlermiş. Onun için İngilizler ticaret maksadıyla dünyanın dört bir köşesine sokula sokula yeryüzünün dörtte birini zaptettiler. Mısır’da ikamet eden İngiliz bir ihtiyar kadın Mısır’lı uşağına bir İngiliz lirası vererek tarifini verdiği bir mağazadan bir top bez alıp getirmesini emreder. Uşak efendisinin gözüne girmek için başka mağazaları da dolaşır, hanımının istediği bezin aynısını bir Fransız mağazasında bulur ve o bezi bir napolyana alır. Efendisinin verdiği paradan artan beş frankı efendisine takdim eder ve diğer mağazaları dolaşıp daha ucuz bulduğu mağazadan aldığı söyler. Buna çok kızıp hiddetlenen yaşlı İngiliz kadın hizmetçisine şöyle der: “İşte simdi hıyanet ettin, benim paramı sokağa attın, çünkü sana tarif ettiğim mağaza İngiliz mağazasıydı, bu bez eskir, yok olur; lâkin para vatanımızda ebediyen kalır. Şimdi bizim para Fransız’a gitti. Bezi hemen götür iade et ve sana tarif ettiğim mağazadan al getir. Bir daha da böyle tersine iş yapma.”

       Şimdide merhum Kâmil Miras Bey’in değerlendirmesine bir bakalım da biraz olsun ibret alalım. Şöyle diyor Kâmil Miras: “Her dinin ve her içtimaî teşekkülün kendisine has bir medeniyeti ve diğerlerinden ayıran evsaf-ı fârikası vardır ki milletler arası ancak ve muhakkak o hususî vasıflarıyla muhafaza eder. İslam dininin İslam ümmetinin de hiç bir dini ve hiçbir milleti taklide ihtiyacı olmayan üstün bir medeniyeti vardır. Bu bedihî hakikate mebni Resûl-i Ekrem bu yüce varlığımızı muhafaza etmemizi emredip mukallitlik derecesine düşmekten menetmiştir”(Tecrid tercemesi, XII, 409).

       Herkesin bildiği şu hususu bir daha hatırlayalım: İnanç bakımından insanlar mümin, kâfir ve münafık olarak üçe ayrılırlar. Mümin, içi dışı inanan, kâfir içi dışı inkâr eden, münafık içi inkâr eden dışı ise inanıyormuş gibi görünen kişidir. Münafık en çirkin itikat ve en berbat karakterdir. Tarih münafıklara hayat hakkı tanımamıştır. Kuran’ın ifadesiyle onlar iki sürü arasında gidip gelen serseri koyun gibidirler. Güç kuvvet kimde ise onun yanında yer alırlar. İslam ümmeti şimdi bir yol ayrımında bulunmaktadır. Ya inancımızı terk edip diğerleri gibi küfrü seçerek dünyaya yönelecek, böylece dünyamızı kurtaracağız. Ya da tam Müslüman olup dinî ve millî değerlerimize sahip çıkarak dünya ve ahiretimizi kurtaracağız. 

       Bir gün Hz. Peygamber (s.a.v) Hz. Ömer’in de aralarında bulunduğu bir grup ashabıyla sohbet ederlerken Hz. Ömer şöyle bir tekfir arz eder:

-Ya Resûlellah! Benî Kureyza’dan bir dostum vasıtasıyla Tevrat’tan bazı notlar aldım. Müsaade buyurursanız okumak isterim. Peygamberimiz bir şey söylemez ancak bu tekliften hiç de hoşnut olmaz ve yüz hatları değişir. Fakat Hz. Ömer kendisini bu notlara o kadar kaptırmıştır ki Efendimizin yüzündeki hoşnutsuzluğu fark edemez. Bunu fark eden Abdullah B. Sabit Hz. Ömer’i ‘Ey Ömer! Peygamberimizin yüzündeki ifadeyi görmüyor musun? Senin teklifinden hoşnut olmadı’ der. Durumun vahametini fark edip hatasını anlayan H. Ömer, dize gelip ‘Rab olarak Allah’ı seçip razı oldum, din olarak İslam’ı seçip razı oldum, peygamber olarak Muhammed’i seçip razı oldum’. Bu durumdan son derece memnun olan Resûlullah Efendimizin sevinci yüzüne yansırdı ve şöyle buyurur: “Canım kudretinde olan Allah’a yemin olsun ki, Musa aranızda olsa da beni terk edip O’na tabi olsanız sapıtırsınız. Benim nasibime ümmet olarak siz düştünüz, sizin nasibinize de peygamber olarak ben düştüm” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 471, IV, 266).

       Şimdi vakit, Abdullah b. Sabit’in Hz. Ömer’i uyardığı gibi İslam ümmetini uyarma, ümmetin de Hz. Ömer ciddiyetiyle dize gelip tüm batıl inançları ve yabancı gelenek ve âdetleri terk edip dinî ve millî kimliğine sahip çıkması zamanıdır.