Yeni Bir Yıla Girerken Kendimizi Muhasebe Etmek
Hesaplaşma, hesap görme, kendi kendini sorgulama şeklinde tarif edilen muhâsebe gerçek bir müminin gündelik meşgalelerini gözden geçirip hayırlı ve güzel olanları şükürle karşılaması; hataları, yanlışları ve günahları ise istiğfârla telafi etmeye çalışması demektir. İnsanın kendini iç derinlikleri, mâna ve ruh enginlikleriyle keşfedip tanıması, tanıyıp yorumlaması diye de tarif edilmiştir muhâsebe.
Cenab-ı Hakkın Kur’an’da geçen doksan dokuz güzel isminden birisi de “el-Hasîb”dir. el-Hasîb’in “mahlukâtının bütün ihtiyaçlarını karşılamada onlara kâfi gelen” anlamı yanında hesab soran, hesaba çeken (muhâsib) ve şeref (haseb) anlamları da vardır. Bir insanın Allah’ın bu isminden nasibine düşeni kâmil manada elde edebilmesi ancak, geçim hususunda Allah’a tevekkül etmesi, hesaba çekilmeden önce nefsini hesaba çekmesi, amelleri tartılmadan önce amellerini tartması ve İslâm izzet ve şerefini korumaya çalışması ile mümkün olabilir.
Allah Teâlâ zamana yemin ettiği Asr suresinde şöyle buyurmaktadır:
“Asra yemin olsun ki insan kesinlikle hüsrandadır. İman eden, salih amel yapan, hakkı ve sabrı tavsiye eden …” Übey bin Ka’b’ın sürenin tefsirini öğrenmek için sorduğu soruya Hz. Peygamber şöyle cevap vermiştir:
“Bu, günün sonu hakkında Allah’ın yaptığı bir yemindir. Hüsrana uğrayan insanla Ebû Cehil’e, iman edenle Ebû Bekir’e, salih amel yapanla Ömer’e, hakkı tavsiye edenle Osman’a, sabrı tavsiye edenle de Ali’ye işaret edilmiştir.” (Mevsûâtü’tefsîri’l-me’sûr, XXIII, 536).
Bu sureden müminler olarak almamız gereken ders, Ebû Cehiller, firavun ve nemrutların âdetleri ve amellerini terk edip Ebû Bekirlerin, Ömerlerin, Osmanların ve Alilerin hayat tarzını seçip onların ve onlar gibi yaşamaya çalışanların izinde yürümektir.
Ebû Ya’la’dan rivayet edildiğine göre Nebî (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Akıllı kişi nefsine hâkim olan ve ölümden sonrası için çalışandır. Zavallı kişi ise, nefsini duygularına teslim eden ve Allah’tan dileklerde bulunup duran kişidir.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25; İbn Mâce, Zühd, 31).
Bir müminin beş temel düşmanı bulunmaktadır. Bunlar; kendisine kaset eden mümin kardeşi, buğzeden münafık, Allah yolundan saptıran şeytan, daima kötülüğü emreden nefis ve hayatını söndürmeğe çalışan kâfir. Bu beş düşmanı iki grupta değerlendirebiliriz. Birincisi dışarıdan saldıran, varlıkları hissedilebilen ve gözle görünen düşmanlardır. Bunlar hasetçi mümin, buğzeden münafık, savaşan kafirden ibarettir. İkincisi ise içeriden saldıran, varlıkları hissedilen, ancak gözle görülemeyen düşmanlardır. Bunlar da nefisle şeytandır. Nefisle şeytanın içeriden saldırmaları ve gözle görünmemeleri açısından müşterek tarafları varsa da aralarında büyük bir fark bulunmaktadır. Bu fark şudur: Müminler her fırsatta şeytandan Allah’a sığınıp ona lanet okurken en büyük düşmanı olan nefsin şerrinden Allah’a sığınmak çoğu zaman aklına bile gelmemektedir. İşte bu bakımdan nefis Hz. Peygamber tarafından en acımasız düşman olarak tanıtılmış, gelmiş geçmiş bütün veliler de nefisle mücadeleyi en zor iş olarak görmüşlerdir. Nitekim “nefsin düşmanlığı, yetmiş şeytandan daha şiddetlidir” sözü de tam olarak bu duruma işaret eder.
Câbir (r.a)’den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v) Tebük seferinden dönerken sahabe ordusuna şöyle nasihat etmiştir:
“Hayırlı bir yerden döndünüz. Küçük cihattan büyük cihada döndünüz.” Sahabe efendilerimizin “Ey Allah’ın resûlü! Büyük cihad nedir?” şeklindeki sorularına Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “Kişinin hevasıyla mücadele etmesidir.” (Münâvî Feyzü’l-kadîr nr. 6107).
İbrahim b. Ethem bir nasihatinde şöyle demiştir: “Cihadın en çetini hevâya karşı yapılandır. Kim nefsini hevâsına râm olmaktan kurtarırsa dünyadan ve dünyanın belalarından kurtulup rahata kavuşur.” (Münâvî, nr. 6107).
Tabiîn âlimlerinin önde gelenlerinden olan Vehb İbni Münebbih hevâ hakkında şu ibret dolu ve düşündürücü açıklamayı yapmıştır: “Hevâya tabi olmak dünyaya karşı rağbeti artırır, dünya malına rağbet mal ve makam isteklerini artırır, mal ve makama olan düşkünlük haramı helâl sayma yolunu açar.” (…)
Hevâsının esiri olan insan gaflet bataklığında çırpınırken ham hayal içerisinde Allah’ın mağfiret ve rahmeti ile kendisini avutmaya çalışır. Ancak Cenab-ı Hak merhametli olduğu kadar gazap eden, bağışlayıcı olduğu kadar intikam da alabilen bir zattır.
Bakıyye bin el-Velîd’in haber verdiğine göre Ebû Umeyr es-Sûrî bir dostuna yazdığı mektubunda ona şöyle nasihat etmiştir: “Sen ömrün boyunca dünya ile meşgul oluyor, mal biriktiriyorsun. Her türlü günaha batmış olmana rağmen Allah’tan hayır umuyorsun. Bil ki bu halinle soğuk demiri dövmeğe çalışıyorsun vesselam.”(İbni Kemâl, Şerhü Riyâzi’s-sâlihîn, I,).
Bir müminin nefs-i emmâre meydanında başarılı olup zafer elde etmesi, harp meydanlarında cengâverlere, minderlerde güçlü pehlivanlara galip gelmesinden çok daha zor bir iştir. Giriştiği bu zorlu mücadelede başarılı olabilmesi için nefsine karşı sürekli teyakkuz halinde olup hata ve günahlarını heybesinin ön, sevaplarını ise arka gözüne koyup onları unutması, kusur ve günahlarını aklından çıkarmaması gerekir.
Adamın biri Hasan-ı Basrî’nin sohbet meclisine gelir ve bir köşeye çekilir, ne hazret ile ne de meclistekilerle ilgilenmezmiş. Meclise devam edenler bu adamın durumunu Hasan-ı Basrî’ye anlatmışlar ve kendisine nasihat etmesini istemişler. Hazret adamın yanına gelip; “Görüyorum ki hiç kimse ile alakadar olmuyorsun. Seni Hasan-ı Basrî ve arkadaşlarından müstağni kılan nedir?” diye sormuş. Adam şöyle cevap vermiş: Beynimi kemiren iki konu var. Birincisi rabbimin üzerimde sayısız nimetleri var, bunlara nasıl şükredeceğim? İkincisi de bu kadar nimeti bahşeden rabbime karşı sayısız günah işledim, bunları nasıl affettireceğim? Bu iki konuyu düşünmekten kimse ile ilgilenmeye ve sohbet etmeye mecalim kalmıyor. Bu cevap karşısında dehşete kapılan Hasan-ı Basrî hazretleri adama; “Vallahi sen Hasan-ı Basrî den daha fakihsin” demek durumunda kalmıştır.
Hazret-i Ömer radıyallahu anh bir hafta boyunca yaptığı işler için günlük tutar, Cum’a günü haftanın muhâsebesini yapardı. Bunlar içerisinde Allah’ın rızasına uygun olmayan bir şey gördüğünde kendisine kamçı ile vurur, “niye bunu yaptın” diye kendine çıkışırdı. Vefat ettiği zaman yıkamak için teneşire koyduklarında sırtında ve yanlarında kamçı izleri görülmüştür. Nefisini sıkı bir şekilde hesaba çeken Hazret-i Ömer şöyle buyurmuştur:
“Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin. Büyük duruşma için hazırlık yapın. Ahiretteki hesab ancak dünyada nefisini hesaba çekmiş olanlar için kolay ve hafif olacaktır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25).
Meymûn İbn-i Mihrân ise;
“Kul, yediğini ve giydiğini nereden karşılıyor? diye ortağını gözetlediği gibi kendi nefsini gözetleyip denetlemedikçe asla takva sahibi olamaz.” sözüyle muhâsebenin önemine dikkat çekmiştir. (Tirmizî, Kıyâmet, 25).
Peygamberimiz (s.a.v) bir hadislerinde: “Ümmetimin yaş ortalaması altmış-yetmiş yıldır.” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Zühd, 23; İbn Mâce, Zühd, 27). Bu hadîs-i şerîften hareketle insan ömrünü fabrikadan yeni çıkmış son derece kaliteli altmış yetmiş metrelik bir top kumaşa benzetebiliriz. Fabrika görevlileri vitrinde sergileyecekleri bu kumaş topunu özenle katlayıp müşterilere arzederler. Ahirette her insanın hayat kumaşı görevliler tarafından santim santim, metre metre geriye sarılacaktır. Defolu kumaşlar kabul edilmeyip sahiplerinin yüzüne fırlatılacaktır.
Şu hikaye tam da bunu anlatmaktadır: Adamın biri evinde özel tezgahında kumaş dokuyup pazarda satarmış. Bir defasında kumaşı defolu çıkınca alıcı tarafından kabul edilmeyip sahibine iade edilmişti. Kumaşın sahibi son derece kederli ve hüzünlü bir halde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Bu işe çok üzülen kumaş tüccarı adamcağıza; üzülme, hatalı dokunmuş olsa da kumaşını kabul ediyorum der. Ârif bir kişi olan dokumacı, kumaş tüccarına son derece ibretli olan şu sözleri söyler: “Efendi sen beni yanlış anladın. Ben kumaşımı satamadığım için ağlamıyorum. Sen işinin erbabı bir insan olarak benim imal ettiğim malımın hatasını görüp kabul etmedin. Ya ahirette Allah amellerimi kusurlu ve defolu bularak kabul etmeyip yüzüme fırlatırsa halim ne olur, ben asıl buna ağlıyorum”.
Büyük müfessirlerden Fahreddin Râzî Hazretleri demiştir ki:
“Asr suresinin anlamını ancak bir dostumdan duyduğum şu hikâyeden sonra kavrayabildim: Adamın biri sıcak memleketlerden birinde geçimini pazarlarda buz satarak temin edermiş. Buzlarını satarken de “sermayesi eriyen adama acıyın, merhamet edin” diye yüksek sesle bağırırmış. Yani bana acıyın da buzlarımı satın alın. Buzlarımı satamaz isem evime nasıl para götürebilirim. Evet, insanın sermayesi ömrüdür. Bu sermaye boşa harcanırsa insan çok pişman olur. Ömrü bittikten sonra da pişmanlığın bir faydası olmaz. Şair bu konuda ne güzel demiş:
Bir fâide bahş eder mi heyhat
Vaktinde edilmeyen nedâmet.
Ebû Hüreyre (r.a)’tan rivayet edildiğine göre Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Ölen her insan mutlaka pişman olur.” Sahabe-i kiram ölen insanın pişmanlığı nasıl olur diye sordular. Peygamberimiz:
“Ölen insan iyi insan ise neden daha fazla iyilik yapmadım, kötü ise neden kötülükleri terk etmedim diye pişman olur” diye buyurdu. (Tirmizî, Zühd, 58).
Bu hadise uygun gelen şöyle bir hikâye anlatılır: Bir gün büyük İskender ile Hızır (a.s) âb-ı hayâtı (ölümsüzlük iksiri) aramaya karar vermişler. İskender maiyetinde komutanları ve askerleri ile Hızır ise tek başına yürüyormuş. Suyu bulan diğerine haber verecek demişler. Derken Hızır parlak bir su görmüş, suyun kaynağına varıp içmiş ve yıkanmış. Aranan su olduğu kanaatine vardıktan sonra dönüp İskender’e haber vermiş. Fakat geldiklerinde suyun kaybolduğunu görmüşler. Sadi Şirâzî bu hikâyeyi değerlendirdiği eserinde şöyle demiştir: Bu işler Allah’ın takdiri ile olur. Zerle zorla olmaz. Madem su kayboldu dönelim demişler. Dönerken yolda gördükleri parlak çakış taşlarını evde süs eşyası olur diye çantalarına koymuşlar. Evlerine döndükten sonra çakıl taşlarını çıkardıklarında gözlerine inanamamışlar. Çünkü taş zannettiklerinin her biri meğer paha biçilmez birer cevher imiş. Alan, az alan ve almayan herkesi büyük bir pişmanlık kaplamış.
İşte bu hikâyede anlatıldığı gibi ölen her insan ya keşke daha fazla hayır ve ibadet yapsaydım ya da keşke günah işlemeseydim diye pişman olacaktır. Ancak şairin dediği gibi:
Bir fâide bahşeder mi heyhât,
Vaktinde edilmeyen nedâmet.
Yeni bir yıla girerken hayatımızı gözden geçirmeli, Allah katındaki değerimizin ne kadar olduğuna bakmalıyız. “Kişi sevdiği ile beraberdir” (Buhari, edep 96; Müslim, birr 165) hadisi ile “Bir millete benzeyen onlardandır” (Ebu Davud, Libas 4), “Bizden başkasına benzeyen bizden değildir” (Tirmizî, İsti’zan 7) mealindeki hadisleri anlamaya çalışmalı, bizden olmayanları taklit etme zilletinden kurtulmalıyız. Gayri müslim hiçbir millet Müslümanların hiçbir değerini sahiplenmezken Müslüman olarak biz neden gayri müslim âdetlerini beğenip değerlerini sahipleniyoruz. Dünya kâfirin yaldızı, müminin yıldızıdır. Biz yaldıza değil, yıldıza bakıp değer vermeliyiz.
Utbe bin Ğazvan (r.a) Basra’ya vali olarak tayin edildiğinde okuduğu hutbesinde şunları söylemiştir: “İmdî! Bilin ki, dünya geçici olduğunu haykırıp süratle çekip gitmiştir. Dünyadan geriye kalan bir kaptaki suyu içen insandan geriye kalan ıslaklık kadardır. Şüphesiz siz, fâni dünyadan baki âleme intikal edeceksiniz. Elinizdekinin en hayırlısı ile intikal etmeğe çalışın. Ben insanlar nazarında büyük olup Allah katında küçük olmaktan Allah’a sığınırım” (Müslim, Zühd 14).