TUNUSTA RAMAZAN III
Prof. Dr. Cihan OKUYUCU
TunustaRamazan-ı Şerifin ilk cuması. Bu gün Fransızca kurslarını asıyor, cuma namazına Yusuf-ı Sahibüt-Tab, diğer adıyla Türk camiine gidiyorum. Varsın bir günlük kurs zayi olsun, böyle fırsat her zaman ele girmez. Hangi fırsat mı? Camide Celluli ve A. Riyahi ile buluşacağız. Bu arada camiye niçin Türk Camii dendiğini anlatmak gerek. Eserin banisi Yusuf, aslında Türk asıllı bir köle imiş, bilahare yüksek kabiliyeti ile kendisini göstererek vezirliğe kadar yükselmiş ve Türk tarzındaki bu camiyi inşa ettirmiş. Yapı hakikaten gösterişli. Cuma günü revaklarına kadar dolu. Mimaride şehrin diğer camilerinde görülmeyen birtakım özellikler hemen dikkatimizi çekiyor. Bunların başında İstanbul camilerini andıran müezzin mahfili var. Keza bu mahfildeki birkaç müezzin, İstanbul’dakine benzer tarzda namazın rükünleri arasında icra-yı sanat eyliyorlar. Makam, eda hep aynı. Bir anda kendinizi İstanbul’da sanıyorsunuz. Nihayet cuma bitiyor ve itibarlı mihmandarımız Celluli’nin peşinden imam odasına giriyoruz. Burada içlerinde Tunus müftüsünün de bulunduğu yaklaşık 10 kişi var. İmam, kılık kıyafetiyle tam bir Osmanlı görünümünde. Bu camide imamlar geleneğe uyarak, Tunus harmaniyesi yerine yeşil Çuka (cübbe) ve şalvar giyiyor, sarık sarıyorlar. Beyaz çehresinden soy olarak da Türk olduğunu tahmin ettiğim yaşlı imamla neredeyse Türkçe konuşacaktım ki nerede olduğumu hatırlayarak kendimi tuttum. Bu camide asıl ilginç olan seremoni, bayram namazında cereyan edermiş. Celluli’nin evinde gördüğüm bir eserde namaz hutbesi kaydedilmişti. Bu Farsça-Osmanlıca bir sahifelik metinde Sultan Reşad halife olarak anılmakta ve onun saltanatı için dua edilmekte. Tunus’ta bir asır evvelki bir sultan adına okunan hutbe! Nedense bu durum bana gururdan ziyade hüzün hissi ilka etti. Odadakiler ülkenin eski ailelerine mensup kişiler. Onlar için, pratik değeri olmasa bile soylu olmak önemli. Konuşmalar Tunus yakın tarihi ve soylu cedler üzerine sürüp gidiyor. Nihayet hazirede medfun cami kurucusu ve aile efradını ziyaret ederek dışarı çıkıyoruz. Caminin önündeki geniş sokak 1956 devriminden önce Ramazan eğlencelerinin merkezi konumunda imiş. Buradaki kahvehanelerde Karagöz —buradaki söyleyişle Karakuz— oynatılır, Fidaviler —bizdeki meddahın karşılığı— çeşitli hikayeleri canlandırırmış. Ancak Burgiba, bu gösterileri eski kültürün taşıyıcıları olmaları hasebiyle zararlı bulmuş ve yasaklamış. Celluli, İsmail ve benden başka yeni tanıştığımız bir genç var yanımızda; A. Riyahi. Başındaki kırmızı şaşiyesi, rugan pabuçları ve kırmızı mercan tesbihi ile dikkat çeken bu genç, Tunusun geçen asırda yaşamış büyük sufilerinden İbrahim Riyahi’nin torunlarından. Tunus kadılığı yanında kendi adıyla anılan bir tarikatin de kurucusu olan dede Riyahi, Abdülmecit devrinde İstanbul.’a gelmiş ve sultan nezdinde çok itibar görmüş! Keza devrin şeyhülislamı da kendisine intisap etmiş. İşte bu günkü programımızın içinde bu zatın kabrini ziyaret etmek ve tekkesinde icra edilecek zikre iştirak etmek de var. Torun Riyahi, tarih doktorası yapıyor. Yol boyunca bu eski mahallelerin her köşesi bucağı ona tanıdık. Şimdi kim nerede oturuyor, evvelce aynı yerde kim vardı vs. Ömrümde bu kadar çevre dikkati olan bir başka kişiye rastlamadım dersem her halde yalan olmaz. Nihayet ikindi vaktine yakın Riyahi türbesindeyiz. Makbere buradaki diğer bütün benzerleri gibi yeşil demir şebeke içine alınmış ve dikkati çekecek kadar süslü. Duvarlarda tarikat âdabıyla ilgili bilgiler ve hizipler mevcut. Namazı takiben cemaat oturduğu yerde zikre başlıyor. Gerek tavır gerekse tesbihat, daha evvel tanıdığım Şazeli zikrine oldukça benziyor. Zikri idare eden zatın da adı İbrahim imiş ve bu göreve geleli sadece birkaç gün olmüş. Son derece sessiz ve gösterişsiz bir yapıya sahip oluşu dikkat çekiciydi. Nihayet dağılıyoruz. Ama günün faaliyetleri daha bununla bitmiyor. İftardan sonra Celluli’nin evindeki sohbetteyiz.
Tunuslu bir zadegan: Cellulî
Adı yukarıdan beri birçok defa geçen bu zatı kısaca tanımak ister misiniz? Gerçekten o, ilginç kişiliği ve tarihi eviyle burada kendisine yer verilmeyi hak ediyor. Zeytune’nin altından geçen yola girdiğinizde bir kaç labirent sonra kendinizi RueDesRiches yazılı bir sokakta bulursunuz. Bu sokağın ucunda hanlarda görülen cinsten ve neredeyse günün her saatinde açık bulduğunuz demir bir kapıyla karşılaşırsınız. Bu gösterişli kapı sizi bir merdivenle Dar-ı Celluli’ye çıkarır. Biz de bu merdivenden çıkalım ve birçok sanat tarihi eserlerine kapak olan bu eve konuk olalım. Sokak kapısı gibi adeta kapatılmayı unutulmuş olan iç kapıyı tıklattığınızda her seferinde karşınızda bir başkasını bulursunuz. Bu size anlatır ki eşiğinden adımınızı attığınız bu ev, ev olmaktan ziyade bir saray yavrusu yahut bir konaktır. Burayı ilk ziyaretime Tunus’ta bana adeta fahri mihmandarlık yapmış olan doktora talebesi İsmail delalet etmişti. Gerçi onun anlattıklarından ev sahibi hakkında bir fikir edinmiştim. Ama yine de iç salonda bize; “Ehlenbik” diye el uzatan zatı görünce şaşırmaktan kendimi alamadım. Bu iri kıyım, pos bıyıklı zat, üzerindeki geniş Osmanlı sarığı, Aydın efelerini andıran şalvarı, uzun çorapları ve geniş kuşağıyla herhangi bir tarih kitabından fırlamış da karşımıza çıkmışa benziyordu. Her şeyi gibi, sedirdeki oturuşu bile farklı ve eskiydi. Eski okul kitaplarında Mısırlı Mehmet Ali Paşa’yı elinde iri taneli bir tespihle sedirde yarı uzanarak oturmuş gösteren bir resim vardır. Karşımızdaki devletlu da elinde kocaman tesbihiyle aynen onun gibi oturuyordu. İlginç manzarayı kaçırmamak için izin istedim ve bu Son Osmanlının birkaç fotoğrafını aldım. Bir miktar hal hatırdan sonra asıl kabul salonuna alınınca, ev sahibimizin niteliğini hakkında daha iyi bir fikir sahibi olduk. Bu salon tam anlamıyla bir aile müzesiydi. Duvarları ve salonun köşelerini dolduran tablolar, büst ve heykeller ailenin geçmiş üyelerini temsil ediyordu. Üstad, cesametine uygun davudi sesiyle bize onlar hakkında bilgiler verdi. Tabiatıyla bu müzedeki bütün eşyayı tasvir edebilmem imkansız; En az birkaç asırlık çeşitli silahlar, binit takımları, Osmanlı hükümdarlarından alınmış berat ve nişanlar, el yazması eserler ve daha neler neler. Belki bu tasvir okuyucunun zihninde katıksız bir Şarklı imajı uyandırmıştır. Aslında A. Celluli tahsilini Paris’te yapmış, uzun yıllar büyük bir Fransız şirketinde müdürlükte bulunmuş ve yaptığı hizmetlerine karşılık da, Fransa cumhurbaşkanı tarafından, pek az kişiye tevcih edilen, LegionD’honneur payesiyle taltif edilmiş. Bütün bu özellikleri dışında Celluli tam bir Türk dostu. Bize ve Tunus’ta okuyan Türk öğrencilere gösterdiği çok samimi ilgiye defaatle şahit olduk. Böylece ilk çekingenlikten sonra bu kapı teklifsizce girip çıktığımız dost bir kapı oldu bizim için. Özellikle Ramazanda teravih çıkışlarında bir yandan ev sahibimizin ikram ettiği tatlı ve içecekleri tadarken bir yandan da nice ilim ve kültür adamlarıyla tanışma ve sohbet etme imkanı bulduk. Şimdi benim için Tunus biraz da Cellulidir. Ne mutlu ülkesini böyle sevdirebilen ve kendileriyle ülkelerini aynileştirebilenlere.