Hakikate karşı ilk isyankâr çıkış İblis’ten gelmişti. O bunu kökenci ve köktenci üstünlük iddiasıyla sergilemişti. Bu üstünlük iddiası, aynı zamanda büyüklenmeyi, dışlamayı, ötekileştirmeyi velhasıl ırkçılığı içinde barındırıyordu. Zaten bu tür yaklaşımda olan kişi, sürekli kendisinde bir üstünlük arar, bulamazsa uydurur. Çünkü hakikate değil, kendisine odaklanır, rakip gördüğüne karşı bilenir. İblis de öyle yaptı: Kendisine odaklandı, rakip gördüğü Hz. Âdem’e ve Hz. Havva’ya düşman kesildi.
Hâlbuki o olayda hakikat Allah’a yönelmek ve emrine uymaktı. O tersini yaptı, gerekçe olarak da “Ben ondan üstünüm” dedi. Oysaki Yüce Allah ona Hz. Âdem’i değil “neden emre uymadığını” (A’raf 7/12) sordu. O gene bildiğini okudu. Bu sefer kökenine kadar gitti. Kendi kökeni olan ateşin Hz. Adem’in kökeni olan topraktan üstün olduğunu iddia etti. Yüce Allah da onu rahmetinden kovdu.
Evet, tarihte ilk sahte ve sanal üstünlük hikâyesi böyle başladı.
İnsanlar arasındaki ilk üstünlük davası ise Hz. Âdem’in iki oğlu arasında gerçekleşmişti.
Görünen o ki, ister İblis’in isterse Kabil’in sergilediği türden olsun bu tür temelsiz ve geçersiz üstünlük davası geçmişten bugüne hala devam etmektedir. Buna karşın Yüce Allah, gönderdiği her peygamberle tevhîd ilkesini bildirdi, bu ilke karşısında başta insan olmak üzere bütün yaratılmışların konumunu tayin etti, bir gerçeği hep hatırlattı: yaratılmış olmak bakımından Rableri katında herkes ve her şey eşitti.
Son ilahî bildirim olan İslam bu anlayışı on dört asırdır temsil etmektedir; kıyamete kadar da bu temsil görevini yerine getirecektir. Yüce Allah’ın peygamberler vasıtasıyla bildirdiği iki gerçek vardır: Yüce Allah tek, yegâne, kadîm ve yaratıcı ilahtır; O’nun dışındakiler ise yaratılmış, benzerleri bulunan, hem var olmada hem de varlığını sürdürmede bir yaratıcıya ihtiyaç duyan varlıklardır. Onları var eden ve varlıklarını devam ettiren yaratıcı da Yüce Allah’tır. Buna göre yaratılmış varlıkların bir öğesinin diğerine veya bir kısmının ötekisine üstünlüğü özlerine göre değil, Allah’ın onlara biçtiği ve tayin ettiği konumlarına göredir. Eğer akıl ve irade verilmişse o takdirde üstünlük Yaratıcılarını tanımalarına ve verdiği nimetlere şükranda bulunmalarına bağlıdır. Yaratıcıyı tanımak, O’na iman etmek; şükranda bulunmak ise, başta ibadetleri yerine getirmek ile O’nun tabiata koyduğu ve peygamberler eliyle gönderdiği kanunlara uymakla gerçekleşir. “Asla eziklik göstermeyin, üzülmeyin de! Eğer inanmışsanız en üstün sizsiniz.” (Âl-i İmrân 3/139).
Peki, nedir Allah’ın Kanunları?
Yüce Allah’ın evrene koyduğu kanunlara adetullah, ilahî vahiyle bildirdiği kanunlara uymalarına göre muamele görmelerine ise sünnetullah denilir. İnsan adetullaha aykırı davranırsa, tabiatın dengesini ve düzenini bozar. Sünnetullah’ı dikkate almayıp isyan ederse tıpkı İblis gibi ilahî rahmetten kovulur. Sünetullahı bilmenin yolu, Peygamberler aracılığıyla gönderilen ilahî bildirimlere kulak vermektir. “Bir toplum kendinde olanı değiştirmedikçe Allah onlarda olanı değiştirmez.” (Ra’d 13/11) “Bu Allah’ın daha öncekiler hakkında koyduğu sünneti yani kanunudur. Allah’ın kanununda asla değişme bulamayacaksın” (Ahzab 33/62). Bunun anlamı, Yüce Allah’ın kişilere ve toplumlara yönelik muamelesini, onların inanç, tavır ve davranışları belirler. İman ederlerse rahmetine nail olurlar, isyan ederlerse adaletiyle karşı karşıya gelirler. İşte bu, Yüce Allah’ın sünnetullah denilen kanunudur. Hakikat de tam budur.
Bu hakikatin öğrenimi ve öğretimi için ilk asırlardan bugüne iki temel ilim gelişmiştir: Kelam ve fıkıh. Özellikle kelam ilmi, İslam dininin zihniyet boyutunu temsil eder, bu özelliğiyle fıkıh ilminin zeminini oluşturur. Bu ilmin temel amaçlarından biri, yukarıda zikredilen iki kanunu anlatmak, izah etmek ve zihinlere yerleşmesini sağlamak; diğeri ise bunlara yönelik inkâr, iddia, itham ve eleştirilere cevap vermektir. Bu amacın gerçekleşmesi Allah, evren ve insan anlayışlarının çerçevesinin ilahî bildirim ışığında tespit edilmesine bağlıdır. Buna göre yegâne kadim varlık Yüce Allah’tır, evren O’nun yarattığı varlıkların toplamıdır. İnsan ise Yüce Allah’ın kendisine verdiği akıl, irade ve güçle evren içinde ve kendi çapında etkin bir varlıktır. İnsan kendi çapını ve evrenin bir parçası olduğunu bilirse konumunun ve değerinin bilincine varmış olur. Sadece aklını ve iradesini dikkate alarak kendinde müstakil bir güç vehmetmeye başlarsa, kişisel ve sanal bir üstünlük hikâyesi kurgulamaya yönelir.
Buradan çıkarılacak sonuç kişinin öncelikle sağlam ve sahih bir zihniyete sahip olmasıdır. Bu zihniyetin çerçevesi de hikmete ve adalete uygun düşmeli, ilahî bildirimi zorlayan ve dışlayan bir yaklaşım eseri olmamalıdır. Bunun için de ilahî bildirimin indiği dilin mantığı dikkate alınmalıdır. Kur’an Arapça bir kitap olarak indirildiğine göre, o dilin yapısının ve mantık örgüsünün gözetilmesi kaçınılmaz gerekliliktir. Bunun için Hz. Peygamber’den günümüze birçok çaba ortaya konulmuş ve çalışma yapılmıştır. Usul adı altında gerçekleşen bu çalışmalar sistemli bir yapıyı bize sunar. Eskilerin tabiriyle “usulsüz vusul olmaz” yani yöntemsiz amaca ulaşmak çok kolay değildir. Bir usul takip edilmeden veya gözetilmeden tek tek verilerden bir sonuca gitmek sığ kaymaya neden olduğu gibi, bir başka alanda üretilen usul ve esasların ilahî bildirimlere giydirilmesi çabası da, sahih zihniyette yabancılaşmaya yol açar.
Öyleyse hakikate ulaşma yolunda ne sığ ortamda hoyrat kalmalı ne de başkasının gömleğiyle yola çıkmalı…
15 Cemaziyelevvel 1444 / 9 Aralık 2022
Yazar: Cağfer Karadaş, Prof. Dr.