Her canlı ölümü tadacaktır (Enbiya 21/35).

Dünyada öleceğini bilerek yaşayan tek canlı türü insandır. Diğer bir deyişle insan ölüme doğru bir varlıktır. Bu farkındalık nedeniyle olsa gerek, öteden beri hep âb-ı hayat rüyası görmüş, ölümsüzlük peşinde koşmuştur. Çünkü bir yönüyle her ölüm erkendir, zamansızdır. Bütün planlarını bozar, ürkütür insanı. Bilinmeyen bir aleme açılan, dar ve zor bir kapı hüviyetindedir. Bu kapıdan geçmek, dünyadan ve nefsin hoşuna giden ne varsa hepsinden vazgeçmek anlamına gelecektir. Diğer taraftan nefha-i ilahiyeye mazhar olan insanda bir ebediyet iştiyakı vardır. Tam da bu nedenle insan ölümden biteviye kaçmış, onu bütünüyle ortadan kaldırmak mümkün olmasa da hiç olmazsa gücü yettiğince ertelemeye çalışmıştır ve halen de çalışmaktadır. 

 Ölüm en evrensel hakikatlerden biridir. Zira dili, rengi ve inancı ne olursa olsun hiç kimse tarafından inkâr edilemeyen apaçık bir gerçekliktir. Nitekim dünyada pek çok insan öldükten sonra dirilmeyi, kabir ve berzah hayatını, cennet ve cehennemi, sırat köprüsünü, peygamberleri ve hatta her şeyin yaratıcısı olan Cenâb-ı Hakkı bile inkâr ederken ölümü hiçbir surette inkâr edememektedir.  

 Çünkü ölüm olayı insanın gözü önünde cereyan etmektedir. Bir ayet-i kerimede “ ”Her canlı ölümü tadacaktır” buyrulmuştur. Bu ayeti, her canlı vakti gelince ölüp hayatı son bulacaktır, şeklinde anlamak mümkün olduğu gibi, her canlının her an ölümü tatmakta ve yaşamakta olduğu şeklinde yorumlamak da mümkündür. Belki de daha doğru olan yorum budur. Çünkü insan, enfusî âlemine baktığında sahip olduğu kabiliyetleri ve imkanları zaman içerisinde birer birer kaybetmekte olduğunu görür. Şöyle ki hayat sermayesi olarak kendisine bahşedilen ömründen kısa bir dönem yaşadığı çocukluk devresi biter, arkasından gençlik dönemini yaşamaya başlar. Ondan sonra hayatının olgunluk devresiyle yüzleşir, derken gün gelir yakayı ihtiyarlığa kaptırır. 

Nitekim bir hadislerinde Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır: “İnsanın etrafı doksan dokuz mihnet ile çevrilmiştir. Birinden kurtulsa diğerine yakalanır hepsinden kurtulsa ihtiyarlığa yakayı kaptırır.” 

Gün gelir hayat süren insanın siyah saçları ölür, yerini beyaz saçlar alır. Ağzındaki dişleri birer birer düşer, dizinin bağı çözülür, pazusunun kuvveti azalır ve gözünün nuru zayıflar. Taşı sıksa suyunu çıkarır denen pehlivanlar gün gelir içtiği suyu dışarı çıkaramayacak hale gelir. Bu durum, insanın bedeninde her an ölüm gerçeğini yaşadığını, buna rağmen kendisine en yakın olan ölümü çok uzaklarda gördüğünü ortaya koyan korkunç bir gaflet halidir. Ne yazık ki, bu hal birçok insanın hayatında sekerat-ı mevt dediğimiz ölüm hali gelinceye kadar devam eder. Daha önce naklettiğimiz gibi Hz. Ali -radıyallahu anh- bu durumu anlatırken şöyle demiştir: “İnsanlar uykudadırlar öldükleri zaman uyanırlar.” İş işten geçtikten sonra uyanmanın faydası olur mu? Şairin dediği gibi; 

Bir faide bahşeder mi heyhat

Vaktinde edilmeyen nedamet

İnsanları içerisine düşdüğü bu benlik ve varlık kuyusundan çıkarmak için gönderilmiş olan Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- ölümü sıkça anmamızı tavsiye etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Zevkleri alt üst eden şeyi (ölümü) çokça anın!”

Hz. Ali’nin dediği gibi Allah’ın insanlara bahşettiği ömür sermayesini uykuda harcamamak ve onu ahiret azığına dönüştürebilmek için aklımızı yerinde kullanmamız gerekir. Çünkü Allah Teâla’nın insanlara bahşettiği en büyük nimetlerden biri de akıldır. Akıllı insanın kim olduğu hususunda ise farklı yorumlar yapılır. Bazıları servet ve makam elde etme yollarını bilen ve bunları iyi kullanan kişileri akıllı kabul ederler. Oysa her şeyi kendisinden öğrendiğimiz Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- akıllı insanı bakın nasıl tarif ediyor:

İbni Ömer radıyallahu anh’tan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: “Resûlullah ile birlikte oturuyordum, ensârdan biri geldi Efendimiz’e selam verdi ve;

-Ya Rasûlullah! Hangi mümin daha üstündür? diye sordu. Peygamberimiz şöyle buyurdu: 

-Ahlakı en güzel olandır. Adam; 

-En akıllı mümin kimdir? diye sordu. Bu soruya Peygamberimiz:

-Ölümü en çok anan, ölümden sonrası için en güzel şekilde hazırlanan kişidir, işte akıllı insan budur, şeklinde cevap verdi.” 

İslam dünyasında ölüm ve ölüme hazırlık  hakkında bir çok şümullü tarif yapılmıştır. Mesela İbni Hibban el-Büstî, ölümü şu güzel sözlerle tasvir etmiştir: 

-“Allah Teâlâ Ademi ve zürriyetini topraktan yarattı ve toprağın üstünde yaşattı. İnsanlar toprağın bitirdiği meyve, sebze ve hububatları yiyerek hayatlarını devam ettirirlerken ecelleri gelip ölürler ve toprağın bağrına gömülürler. Bu defa toprak insanın kanını içip, bedenini yer. Kabir, dünya duraklarının sonu, ahiret duraklarının ilkidir. Dünyada iken kabrine hazırlanan insana müjdeler olsun.” 

Yahya b. Muaz er-Razi (ö.258/872) şöyle demiştir: “Dünya kendisini terk etmeden önce dünyayı terk edene, kabre girmeden önce kabre hazırlanana, Rabbine kavuşmadan önce Rabbini razı edene müjdeler olsun.”

Selef-i salihinden olan Salt b. Üşeym sofra başında yemek yerken birisi kardeşinin öldüğü haberini getirir. O tavrını değiştirmeden;

-Gel yemek ye, haberi aldım, der. Ölüm haberini getiren kişi;

-Ölüm haberini ilk olarak ben getirdim. Benden önce sana kim haber verdi? der.

-Allah; “Her nefis ölüm tadacaktır” (Ali İmrân sûresi, 185) ve “Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecekler” (Zümer sûresi, 30) buyuruyor diye cevap verir.

Kâmil insan ve kâmil mümin olmak için insan ölümü sık sık anmalı, kendisine en yakın olarak ölümü bilmelidir. 

Hasan-ı Basri hazretlerine;

-Falan kişi nez’ halindedir dediklerinde;

-Nez’ hali nedir diye sordu.

– Ölüme yakın olmaktır, dediler. Bunun üzerine;

– O adam doğduğu günden beri zaten ölüme yakındı, demiştir. 

Hayatta tek bir gerçek varsa budur, ancak insanların çoğu bu gerçekten habersizdir. 

 Ömer İbni Abdulaziz, Amr b. Ubeyd’in babasının vefatı üzerine yazdığı taziye mektubunda şöyle demişti

“-İmdî! Biz dünyaya yerleşmiş, ancak ahiret için yaratılmış insanlarız, ölüleriz, ölülerin babaları, ölülerin evlatlarıyız. Bir ölüye mektup yazan, bir ölü için taziyede bulunan insana şaşılır.”

Yine anlatılır ki Azrail aleyhisselam Hz. Davud’un yanına girdi;

“- Davud aleyhisselam; sen kimsin ? diye sordu;

 -Kralları önemsemeyen, saraylara girmesi engellenemeyen, rüşvet kabul etmeyen kişiyim, dedi. Hz. Davud;

– O zaman sen ölüm meleğisin, fakat ben hazırlığımı henüz yapmış değilim, diye karşılık verdi. Ölüm meleği;

-Ya Dâvûd! Falan komşun nerde, falan yakının nerde, ölüme hazırlanmak için bunlar da senin için yeterli ibret yok muydu?” dedi. Bunun için Hatimi Asam; “Cenazeye iştirak etmek fazilet, namazını kılmak vacip, ölümü akıldan çıkarmamak farzdır” demiştir. 

Hasan-ı Basri bir cenazeye iştirak etti. Kadın ölen babası için şöyle ağıt yakıyordu;

“-Âh babacığım! Senin zamanın gibi bir zaman görmedim”. Hasan Basri dedi ki;

-Bilakis baban bugünkü gibi bir gün görmedi !”

Bedevinin birine; Babanın ölüm sebebi neydi ? diye sorduklarında o; ölüm sebebi babamın bizzat varlığı idi, diye cevap verdi. Hatimi Asam şöyle demiştir; “Her sabah şeytan bana şöyle der; Ne yiyorsun, ne giyiniyorsun, nerede kalıyorsun? Ben de ona şöyle diyorum, ölüm yiyorum, kefen giyiniyorum, kabirde kalıyorum”. 

Dünya bugün, cehenneme çevrilmiş, birçok coğrafya üzerinde insanların kanları akıtılıyor, malları gasp ediliyor, meskenlerine tecavüz ediliyor ve ırzları çiğneniyorsa bunun en büyük sebebi, ölüm ve ölüm ötesi hayatın unutulmuş olması, insanın ölmeden evvel ölmeyi, hesaba çekilmeden evvel kendini hesaba çekmeyi başaramamış olmasıdır. Birçok insan idealsiz, gayesiz başı boş yaşamakta ve boşlukta kaybolup gitmektedir. Eflatun’un şu tespiti ne kadar doğrudur: “Şu insanlara şaşıyorum. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyorlar, hiç yaşamamış gibi ölüp gidiyorlar.” 

“Hüsn-i Hatime (Rehberi)” Prof. Dr. Selahattin YILDIRIM İSTANBUL 2022, s 17-20.