İlahiyatçı Prof. Dr. Raşit Küçük vefat ettiOnun hikâyesi, Antalya’nın Akseki İlçesinin Menteşbey köyünde 1947 yılında Hurşit bey ve Ayşe Hanım’ın çocuğu olarak dünyayı teşrifleriyle başladı.İlköğretimi Köyünde, orta öğretimi Antalya İmam-Hatip Okulu’nda 1966 yılında tamamladı. Mezuniyet sonrası Akseki Müftüğünde memurluğa başladı. Bir ara müftü olmaması nedeniyle Müftü Vekilliği yaptı. Ama onun gözü ilim yolunda yürümekte ve zirveye doğru tırmanmaktaydı. O yı l lar İmam-Hat ip Mezunlar ının doğrudan gidebileceği yegâne yüksekokul Yüksek İslam Enstitüleriydi. Bu yüzden yolu Antalya’ya en yakın Konya Yüksek İslam Enstitüsüne düştü. 1966’da girdiği Yüksek İslam Enstitüsünden 1970’te mezun oldu. Konya Yüksek İslam Enstitüsü’nün 1962’de kurulduğu göz önüne alınırsa Hocamız okulun dördüncü veya beşinci dönem mezunudur. Bu mezuniyetle birlikte öğretmenlik günleri başladı. Kader onu doğduğu Antalya’nın sıcak ikliminden aşama aşama soğuk iklime doğru götürüyordu. Önce Konya, sonra Erzurum. Erzurum İmam-Ha t i p L i s e s i i l k öğr e tmenl i k tecrübesiydi. Böylece öğrencilik yaptığı İmam-Hatip Liselerine öğretmen olarak geri dönmüştü.Erzurum onun için hem zorlukların hem de imkânların yurdu oldu. Gösterdiği başarı, bilgi ve tecrübe birikimi Erzurum Yüksek İslam Enstitüsü’ne Öğretim Görevlisi olarak atanmasını sağladı. Enstitü yılları ona ilmin yollarını açtı, öğretim görevliliği ilim azmini artırdı. Bu azminin fiiliyata dönüşmesinin ancak akademyaya adım atmak ve basamaklarını çıkmakla mümkün olacağının bilincindeydi. O da öyle yaptı, lisansüstü çalışma için en yakın akademik birim olan Erzurum İslamî İlimler Fakültesinin kapısını çaldı. Bu gaye ve azimle 1979’da doktora eğitimine başladı. 1978, 1979 ve 1980 sıkıntılı yıllardı. Halk arasındaki tabiriyle “anarşi günleriydi”. Devletle halkın karşı karşıya getirildiği, halkın kendi içinde kutuplaştırıldığı, kurumların parsellendiği, güvenlik güçlerinin ve eğitim camiasının bile ideolojik kamplara bölündüğü karanlık ve kasvetli yıllardı. Sıkıntıyı bastırmaya gelen 12 Eylülcüler yeni sıkıntılar üretmişler, başörtüsü başta olmak üzere dindar kesim üzerinde olmadık baskılar kurmuşlar, her tarafta şiddet estirmişlerdi. Bu baskılara fiilen değil, fikren ve zihnen direnenler bile hedef haline gelmişti. Hocamızın Öğretim Görevliliğinin yanında idareciliğinin de bulunması doğrudan baskılara maruz kalmasını beraberinde getirmişti. Dininin, diyanetinin, halkının ve öğrencisinin yanında yer alması onun hedef haline gelmesi için yeterliydi. Ama o hak bildiğini okumuş ve doğru bildiği yolda yürümüştü. Onun hayat anlayışı, yaşayışı ve duruşu, hikâyesinin başında çizilmiş, aldığı eğitim ve öğretimle şekillenmiş, şahsiyetine yerleşmiş, ruhuyla bedeniyle bütünleşmişti.Bununla birlikte o, hiçbir sıkıntısını, derdini ve kederini en yakınlarına bile ne hissettirmiş ne de aksettirmişti. Sıkıntılarını da, üzüntülerini de, maddi ve manevi izlerini de içine atmış, kalbinin derin liklerine bastırmış, kendisiyle birlikte alıp götürmüştü. İşte bu sıkıntılı dönemde doktorasını Erzurum’da tamamlama imkânı bulamadı. Yüce Allah ona başka bir kapı açtı ve yıl 1981’i gösterirken İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne ataması yapıldı. 1983 yılına gelindiğinde yarım kalan Akademik faaliyeti olan Doktorasını tamamladı. İsmi ve içeriğiyle kendisine ve şahsiyetine yakışır bir tez yaptı: “Kur’an ve Sünnette Sevgi Kavramı: Özellikle Allah Sevgisi”. Tezinin ismi bile Allah’ını, Kitabını, Nebisini bir arada ifade eden ve insanlığa sevgi üzerinden mesaj veren bir içeriğe işaret ediyordu. Zaten hocamız sakinliği, içtenliği ve sevgi dolu simasıyla zihinlere kazınmıştı. Onun sevgiden başka söyleyeceği ve yazacağı ne olabilirdi ki? O da öyle yaptı, ilk kutlu nesillerdeki yaşanmışlıklardan yola çıkarak yirminci yüzyılın sonunda bir sevgi medeniyeti düşü kurmuştu. Nitekim bu tezini “Sevgi Medeniyeti” adıyla kitaplaştırdı. Yaptığını kendisi takdir etmedi, herkesten takdir gördü ve 1990’da Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülüne layık görüldü. Akademyanın basamaklarını çok hızlı çıkamadı. Belki de öyle olsun istedi. Engellendi, zorlandı, bununla birlikte sakin kişiliğini hiç bozmadı. Yavaş ama kararlıydı, içinde sakin güç saklıydı. Her engeli sakinliğiyle yendi, nice zorlukların üstesinden sakinliğiyle geldi. Hiç şikâyet etmedi, yakındığı görülmedi. Doğruluktan kıl kadar sapmadı, dürüstlükten taviz vermedi, davasından asla vaz geçmedi. Hak bildiği yoldan, içinde taşıdığı hakikatten, hakkı savunmaktan hiç geri kalmadı. Engeller ve engellemeler onu asla yıldırmadı, akademik hayatını ısrarla sürdürdü, basamakları çıkma azminden asla dönmedi. Sonunda kazanan sakin güç oldu. O, 1997’de Doçent, 2003 yılında Profesör unvanlarını aldı. Böylece Akademyanın en üst basamağına çıkmış oldu.Sanmayın ki bunları kuru bir unvan uğruna yaptı. Gerekeni gerektiği için yaptı. Denilir ki “bazı insanları unvan yüceltir, bazıları da unvanı yüceltir”. İşte hocamız unvanı yüceltenlerdendi. Unvanıyla değil, ismiyle ve şahsiyetiyle bir değerdi. Unvanlar onu asla değiştirmedi, belki o unvanlara değer kattı, etrafına nasıl insan olunması gerektiğini hatırlattı. Bütün bunları yaparken de öyle ulu orta, göze sokarcasına veya şov yaparcasına değil; sakin, sabırlı ve kararlı duruşuyla… Ona “sakin güç” dememiz boşa değildi; hakkını vermek, değerini bilmek, hikmete uygun not düşmekti.2007-2011 yılları arasında Marmara İlahiyat Fakültesi dekanlığı görevini yürüttü. 28 Şubat karanlığının açtığı yaraları sardı, deştiği cerahati temizledi, yıkılan gönülleri yaptı, etrafına umut dağıttı. Sakinliğini, sevgisini ve içtenliğini her bulunduğu mekana yansıttı. Öğrencisinden hocasına, memurundan idarecis ine b i r sevgi medeniyeti ışığı ve sıcaklığı yaydı… Onun dekanlık döneminde ilahiyat fakülteleri arası ilişki ve iletişim de güçlendi. Kaldırılan hazırlık sınıfları yeniden ikame edildi, programlar yeniden ele alındı, ciddi ve olumlu iyileştirmeler gerçekleştirildi.Onun 2007-2011 yılları arasında İlahiyat Milli Komite üyeliği ve başkanlığı döneminde millilik özelliğine yakışır adımlar atıldı. İlk defa i lahiyat fakül teler inin katkı ve katılımıyla 2009’da yüzde otuz Arapça eğitimli İlahiyat Fakültesi Programı hazırlandı ve uygulanması Fakültelere bırakıldı. Söz konusu program anabilim dallarının ve derslerin ağırlıklarını gözetme ve dengelerini koruma yönüyle en iyi program olma özelliğini hala taşımaktadır. 2011-2014 yılları arasında Bakanlar Kurulu Kararıyla Din işleri Yüksek Kurulu üyeliğine getirildi ve kurul üyelerinin oylarıyla Kurul Başkanlığına seçildi. Kurulun adına yakışır ve kendi şahsiyetini yansıtır işlere imza attı. Her kesimin takdirini ve saygısını kazandı ve kuruma güçlü bir saygınlık kazandırdı. 2014-2022 yılları arasında yaşının ilerlemesine ve rahatsızlıklarına rağmen ilimden, ilmi hayattan ve irşattan kopmadı. Çok sevdiği ilmi hayatın en canlı yaşandığı İslam Araştırmaları Merkezinin (İSAM) başına geçti. Sakinliğini oraya taşıdı ve sessiz-sedasız nice akademik ve bilimsel faaliyete imza attı. Bunlar hocamızın resmi görevleriydi. Gayr-ı resmi, gönülden ve gönüllü olarak yaptığı işler ve kuruluşlarına katkı sağladığı kurumların sayısı bu satırların hacmine sığmaz. Belki bunlar içinde anmamız gereken en önemli kurum, Hak Yol Vakfının bünyesinde kurulup daha sonra İlim Yayma Vakfı tarafından bir süre desteklenen ve Daru’l-Hadis olarak bilinen Araştırma İnceleme Enstitüsüdür. Hocamız bu kurumun kuruluşuna fikir ve fiiliyatıyla katkı sağlamış, her zaman ve zeminde desteklemiş, mensupla r ı n ın her daim arkasında durmuştur. Kurum belki bugün ismen ve cismen bulunmamaktadır ama yetiştirdikleri ve eserleriyle gönüllerde her daim bakidir. Buradan yetişen ve hayatın çeşi t l i alanlarında faaliyet gösteren öğrencilerinin gönüllerindeki sevgi, saygı ve vefa her daim dipdiri duracaktır. Ne demişler? Burası dünya, gelen gider, konan göçer; kanun böyledir, ne âlim dinler, ne arif seçer; herkese bir ömür biçer, beyaz bir örtü içinde yolcu eder… Takvimler Hicri 27 Rebiulahir 1444, Miladi 22 Kasım 2022’yi gösterirken hocamız ruhunu teslim etti, fani dünyadan geçti, baki dünyaya hicret etti. En güzeli hayırlı ömür, imanlı ölümdür. Biz de hocamızı hayır içinde bilir, hayırla yad ederiz. Hocamız geride güzel bir aile bıraktı. Muhterem eşi, hayat arkadaşı, yoldaşı, dert ortağı Nesrin hanımefendi, güzide kızları Ayşe, Hat i ce, Sümey ye ve Büş ra hanımefendiler. “Kim ki üç tane kız çocuğu yetiştirir, güzel terbiye eder, evlendirir ve onlara iyilikte bulunursa, o kişi için cennet vardır” (Ebu Davud “Nevm” 29) Eserleri: Siyer (İmam-Hatip Liseleri için ders kitabı, İsmail Yiğit ile birlikte, Ankara 1987, 1997), Sevgi Medeniyeti (Ankara 1991; İstanbul 2007), Türk Millî Eğitiminde Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Dersleri (Mustafa Ö c a l i l e b i r l i k t e , İ s t a n b u l 1993), Peygamberimizden Hayat Ölçüleri: Riyâzu’s-Sâlihîn Tercüme ve Şerhi (M. Yaşar Kandemir – İsmail L. Çakan ile birlikte, I-VIII, İstanbul 1997, 2017) ve Hazret-i Muhammed (s.a.v.): Siyer-i Nebî (İsmail Yiğit ile birlikte, İstanbul 2006, 2015) başlıca eserleridir.Hocamız belki nicelik olarak çok fazla yazılı eser bırakmadı ama pek çok gönülde silinmez eserler, pek çok zihinde kalıcı tesirler bıraktı. Zaten her öğrencinin her eseri, hocasının tesiridir. 20 Cemaziyelevvel 1444 / 14 Aralık 2022 Cağfer KARADAŞ GİDİYOR BİR BİR GÜVENDİKLERİMİZSahabeden Ebû Mûsâ el-Eş’arî, Hz. Peygamber (sav) ebediyet yurduna göçünce çok duygulanmış ve “Sen içlerinde olduğun sürece Allah onlara azap etmez. Bağışlanma diledikleri sürece de Allah onlara azap etmez” (Enfâl 8/33) ayetinin işareti doğrultusunda “dünyada iki güvence vardı, biri gitti, kaldı öteki” demiştir. (Tefsir Semerkandî, II, 16) Hz. Peygamber’den sonra sahabîlerin böyle bir üzüntü ve endişe duymaları gibi, “Peygamberlerin varisleri olan âlimlerin” dar-ı bekaya göçmelerinden sonra bizlerin de benzer üzüntü duyması ve güven verenlerin bir bir göçtüğü endişesine kapılması pek normaldir. Hele bir de bu giden gerçek âlim; ilmiyle âmil, amelinde muhlis, hem kendisini hem de çevresini aydınlatan bir kandil, gönüllere huzur veren Allah eri; yolu gösteren, yordamı öğreten bir muallim; hâsılı yoldaki işaretler gibi kendini değil, hakikati ve hak yolu gösteren hakiki bir mürşit ise toplumda büyük bir yankı uyandırması, zihinlere kazındığı ölçüde tesir bırakması, sanki başkası kalmamış gibi bi r tehassür oluşturması çok yadırganmamalıdır. “Âlimin ölümü, âlemin ölümüdür” sözüyle söylenmek istenen tam da bu değil midir?Doğrudur; istiğfar edenler olduğu sürece bu ümmet güvencededir. Kimlerin istiğfar ettiği de bilinmez. İstiğfarını açık edene de zaten güvenilmez. Bizim güvencemiz, şov yapan değil, gönül yapandır; gecenin bir vaktinde kalkıp ümmet için dua ve istiğfarda bulunandır; yaptıklarını da, gösteri malzemesi yapmayandır; rabbi ile kendisi arasında tutabilendir. Rahman ve Rahim olan Rabbimiz bu ümmetin içinden böyle istiğfar eden kullarını da eksik etmez. Biz günahkârlar da onların vesilesiyle, güven içinde, dünya geçiminde, kendi seçiminde yuvarlanır gideriz, ta ki bir çukura düşene kadar. Dileriz ki Rabbimiz biz aciz ve günahkâr k u l l a r ı n a merham e t i y l e muamelede bulunsun da imanlı bir göç nasip eylesin. Evet dostlar! Bir ulu çınarı, RAŞİT KÜÇÜK hocamızı kaybettik; gayb alemine, berzah yurduna, yolcu ettik. Dualarımız ve tesellilerimiz inşallah Rabbimizin rahmetine, cennet bahçesine kavuşması, havz-ı kevser başında Rahmet Elçisiyle buluşmasıdır. İnşallah bizler de bir köşesinde yer bulur, onları seyredenlerden oluruz. Hocamız o kadar mahviyet sahibiydi ki ne acılarını, ne üzüntülerini ne de hastalıklarını açık ederdi. Hissederdik içinde fırtınalar eser ama bir ulu dağ gibi sabit, sakin, kararlı ve dimdik dururdu. Onun için en iyi tanımlama belki SAKİN GÜÇ olabilirdi. Bir konuyu açması da kapaması da aynı sakinlik içindeydi. Tane tane konuşur, her nefesi bir sese dönüşür, dinleyende aman bir kelime kaçırmayayım intibaı oluştururdu. Sanki onu dinlerken başımızın üzerinde bir kuş var da uçacak endişesiyle kımıldamadan durduğumuz olurdu. Sevdiğini de sevmediğini de aynı sakinlikle karşılardı. Hoşnut olduğunu sakince yanında tutar, hoşnut olmadığından sakince uzaklaşırdı. Hâsılı, sevmesi de sakin, kızması da sakindi; sevinmesi de sakin, üzülmesi de sakindi… Uzak yakın önemli değildi, onun varlığı bir güvenceydi. Onunla olan iletişimde mesafe değil, gönül yakınlığı önemliydi. Âlimdi, düşünce ve eylem adamıydı ama zevk-i selim bir yanı da vardı. Böyle bir sakin güçte zevk-i selim nasıl dururdu? İğretilikten uzak, tam ona yakışır şekilde; ilminin derinliğine, düşüncesinin enginliğine ve eylem pratiğine uygun düşecek güzellikte. O, görülsün diye yapmazdı bir şeyi, hatta s e z d i r m e z d i ; h i ç b i r ö z e l l i ğ i n i n , özgünlüğünün, zevkinin ve sevgisinin bilinmesini istemezdi; fıtratın timsali, insanın misaliydi. O göstermezdi, yaşardı ve yaşatırdı; bütün çabası ve çalışması hakkın sesi, hakikatin neferi, dinin müntesibi, haklının destekçisi olmaktı. O tam da göründüğü gibiydi. Başka türlü olamazdı. Başka türlü olmak ne ona yakışır ne de düşüncesiyle uyuşurdu. Çünkü o kelimenin tam anlamıyla gerçek bir ilim adamı örneğiydi, bize gerçek âlimin nasıl olması gerektiğini öğreten, şahsiyetiyle gösterendi. “Gerçek âlim kimdir?” sorusuna cevap onun şahsiyetiydi.Çünkü gerçek alim; Hak yolun yolcusu, hakikate erendir, Halka mürşit olan, hakka işaret edendir,Kendini değil, doğru yolu gösterendir, Halk içinde olsa da hakka gönül verendir, Allah için seven, Allah için sevilendir, Yola güven veren, yoldan sapanı çevirendir, Hak düşmanına karşı göğsünü gerendir…Rabbim mağfiretini ve rahmetini ona yar ve yardımcı kılsın. Sancak altında, Havz-ı Kevser başında Rahmet Peygamberine komşu eylesin…

29 Rebiulahir 1444 / 24 Kasım 2022 Cağfer KARADAŞ